O sabah Çamlık Mahallesi Sümbülteber Sokak 4 numaranın kapısına şık bir hasır sepetin içinde tam otuz iki tane beyaz gül bırakılmıştı. Birçok kişiye sıradan gelebilecek bu olay, tek katlı derme çatma gecekondulardan oluşan bu mahallede uzun zaman konuşuldu. Zira o mahallede bir kadına çiçek gönderildiği görülmüş şey değildi. Bu konunun komşu kadınları günlerce meşgul etmesinde, duruma gizliden gizliye duydukları hasetliğin payı azımsanmayacak kadar büyüktü.
O gün Nermin ve Mürvet bitişik komşuları Mukaddes’te sabah kahvesindeydiler. Önünde oturdukları pencereden Suzan’ın kapısına bir oğlan çocuğunun gül sepetini bıraktığını görünce, o ana kadar konuştukları her şeyi unutup bir anda bu konuya konsantre oluverdiler. Annesi genç sayılacak bir yaşta vefat ettiğinden bu yana yalnız yaşayan, neredeyse kırkına yaklaşmış olmasına rağmen hiç evlenmemiş bu kadına bu gülleri acaba kim göndermişti? Hem de koskoca bir sepet dolusu gül. Bunu aşık bir adamdan başka kim yapardı? İyi de kim aşıktı bu yayvan burunlu, kısacık boylu Suzan’a? Bir yandan kahvelerini yudumlarken, bir yandan da:
“Ay bu da az değilmiş ha, bunca zaman saman altından su yürütmüş de hepimizi uyutmuş görüyor musunuz?”
“Ayol insan hiç mi biraz çıtlatmaz? Ketum kadın. Hiç renk de vermedi. Biz olsak ağzımızda bakla ıslanmaz, hemen anlatıveririz. ”
“Eğer bugün meraktan çatlamazsam, bir daha da bana bir şey olmaz.” diye konuşa konuşa birbirlerini gaza getirdiler ve sonunda sepeti kontrol etmeye gitmesi için Nermin’i görevlendirdiler. Nermin zaten dünden razı olduğundan bir solukta Suzan’ın kapısına gitti ve çiçeklerin arasında bir not aramaya başladı. Bir yandan da tetikteydi. Olur da kapı aniden açılacak olursa hemen zile basmaya davranacak, bir pişirimlik kahve isteyecekti numaradan.
“Tuhaf şey, üzerinde kart olmayan çiçek olur mu?” diye söylenerek bakınırken içeriden kapıya doğru yaklaşan ayak seslerini duyunca, zile basma fikrini falan unutup koşarak arkadaşlarının yanına döndü. Çok geçmeden kapı açıldı, Suzan sepete şöyle bir bakıp içeri girdi. Az sonra getirdiği çaydanlıktaki kaynar suyu bir çırpıda sepete boşalttı ve kapıyı çarparak kapattı.
“Ah mahvetti canım gülleri. Hem kel hem fodul bu ayol! Bu çiçekler bana gelecek, mutluluktan zil takıp mahallenin ortasında oynarım vallahi. Şuna bak hele, hıh dedi de giriverdi içeri! O kadar da bakındım göremedim bir kart filan. Ama bakın şuraya yazıyorum, bu biliyor bunların kimden geldiğini. Eğer bilmeseydi görünce şaşırırdı. Hiç şaşırmadı. Kimden gelmiş diye bakmadı bile.” dedi Nermin.
Tam o sırada kapı yeniden açıldı. Suzan az önce hırsını alamamış olacak ki bu kez içi dolu bir çöp kovasını ters çevirip dibine pat pat vura vura gül sepetine boşaltıverdi. Neler yoktu ki çöp kovasının içinde. Akşamdan kalan yemek artıkları, soyulmuş soğan ve patates kabukları, sabah içilen çayın demlikte kalan posaları, içine sümkürülmüş kağıt mendiller ve daha neler neler…
“Haspama bak, bu yaşında çiçek göndereni olmuş da beğenmiyor. Ne olursa olsun ben gidip soracağım vallahi! Yeter yahu meraktan öleceğiz yoksa burada!” diyen Mürvet ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Göbeğini ve iri memelerini sımsıkı saran bluzunun eteklerini çekiştirip kalçalarını örtecek şekilde aşağı indirdi. Kapının yanındaki boy aynasında kendine bakınca burnunu büktü.
“Mukaddes uzun bir hırka versene bana, böyle zemheri zürafası gibi çıkmayayım şimdi sokağa. “
Mukaddes’in verdiği hırkayı omuzlarına aldığı gibi fırladı. Tam karşıya geçeceği sırada tekrar dışarı çıkan Suzan, bu kez oldukça süslü ve çok şıktı. Boynundaki ebruli ipek fuların içindeki yeşil renge uyumlu kloş eteği, beyaz saten gömleği, inci küpeleriyle takım kolyesi, topuklu ayakkabıları ve kırmızı rujuyla bambaşka biri gibiydi. Mürvet şaşkındı. Gözlerini bir türlü Suzan’dan ayıramıyor, bakışları bir an önce karşılaşsın istiyordu. Karşılaşsındı ki sorularını ardı ardına sıralasın, merak ettiği hiçbir nokta kalmasındı. Ama Suzan onun yüzüne bile bakmadan ayağının yanıyla sepeti kenara itip kapıyı kilitledi. Siyah camlı güneş gözlüklerini de takıp saçını geriye doğru attı ve kırıta kırıta yürüyerek uzaklaştı. Mürvet ağzı bir karış açık, onu gözden kaybolana dek izledikten sonra kös kös geri döndü. İçeri girer girmez anlatmaya başladı:
“Amanın bir makyaj yapmış, bir süslenmiş ki şaştım kaldım. Yüzüme bile bakmadan çekti gitti. Ay peşine takılıp takip mi etseydim ki? Kimle buluştu ne konuştu anlardık.”
Suzan komşularının karşı evde toplandıklarını perdenin gerisinden görmüştü. İstediği de bu değil miydi zaten? İçin için gülerek yürümeye devam etti. Varsın meraktan çatlasınlar. Gerçi ona biraz pahalıya mal olmuştu ama değerdi doğrusu. Dün çiçekçiye gidip, sanki bir teyzesi varmış da ameliyat olmuş ve iyileşinceye kadar onda kalıyormuş gibi, sözde teyzesine ama aslında kendine bizzat yollamıştı o gülleri. Çiçekçi gerçekten teyzesinin olup olmadığını nereden bilecekti. Aslında bu yola başvurmayı istemezdi ama yıllardır hakkında “evde kalmış”, ” kız kurusu” diye dedikodu yapmalarından bıkmıştı artık. Özellikle üstlerine vazife olmayan konulara aşırı merak duyan bu kadınlar iyi bir dersi çoktan hak etmişlerdi. Ana caddedeki çiçekçiye geldiğinde dükkânın camındaki aksini şöyle bir süzdükten sonra, cıvıl cıvıl bir sesle “Merhaba” diyerek içeri girdi. Bakışlarını dakikalardır kilitlediği telefon ekranından kaldırıp onu görüverince çiçekçinin yüzü aydınlandı. Hemen ayağa kalkıp;
” Oo hoş gelmişsiniz Suzan hanım, merhabalar efendim.” dedi.
Suzan gülümsedi:
” Gönderdiğiniz “geçmiş olsun” gülleri çok güzeldi Cengiz bey, elinize sağlık. Tam istediğim gibi olmuş. Teyzem çok mutlu oldu. Ben de alışverişten dönüyordum, size teşekkür etmeden geçmeyeyim dedim.”
” Ne demek efendim, biz işimizi yaptık. Ama beğenmenize, hele de bunu söylemek için buraya kadar zahmet edip gelmenize gerçekten çok sevindim. ” dedikten sonra alıcı gözüyle ama bir yandan da ya rahatsız edersem endişesiyle kaçamak bakışlarla süzdü Suzan’ı.
“Vaktiniz varsa buyurun oturun bir çay veya kahve söyleyeyim size. ”
Suzan bu teklife hem şaşırdı hem de içten içe çok sevindi.
” Aslında pek vaktim yok ama eh peki madem, bir çayınızı içerim.” deyiverince Cengiz’in yüzünde güller açtı. Suzan’ı sandalyeye buyur edip çırağı çayları almaya gönderdi. O arada tatlı tatlı sohbet ettiler. Çabuk bitmesin diye ufak yudumlarla içtiği çayı bitince Suzan teşekkür ederek ayağa kalktı.
” Her zaman bekleriz Suzan hanım.” a cevaben gülümsedi.
“İyi günler” diyerek çıkıp gitti. Eve dönerken yol boyu suratındaki gülümsemeye, içinde uçuşan kelebeklere engel olamadı. İçinden değişik vurgu ve tonlamalarla tekrar edip duruyor, ardından kıkırdıyordu:
“Cengiiz, Ceeengiiiz, Cengizciğiiim! ”
Evinin önüne gelince, görevini hakkıyla hatta fazlasıyla yerine getirmiş olan çiçek sepetini alıp büyük bir keyifle çöpe attı.