Konser salonuna girdiğimde dingin bir serinlik kapladı her yanımı. Biraz önce içinden sıyrılıp
çıktığım büyük şehrin insanı kemiren trafiği, kulakları sağır eden gürültüsü karmaşası,
yetmezmiş gibi görsel kirliliğin uçtaki boyutları, gündelik hayatın -malısı, -melisi, maili, mesajı
bir konser hücresi gibi yayılan, hayatımızı ablukaya alan teknolojisi, sindiremediğimiz
yiyecek, soluyamadığımız hava, velhasıl saymakla bitiremediğimiz tüm olumsuzlukları
dışarda kaldı. Program dergisi elimde, numaraları takip ederek oturacağım yeri bulmaya
çalışıyorum. Bordo kadifeden koltuklar, iyi bir bahçıvanın elinden çıkmış bir çiçek tarhı gibi,
tavandan güneş gibi sarkan büyük kristal avizenin ışıklarına bırakmışlar kendilerini. Kenarı
rengârenk çiçeklerle süslü sahne, üzerindeki nota sehpaları ve sandalyeleriyle, perdelerini
iyice yana çekmiş saygıyla saz sanatçılarını ve koristleri bekliyor.
Yorgun sırtım kadifenin okşayıcı ellerine bırakıyor kendini. Derin bir nefes alıyorum. Bakalım
programda neler var. Bu akşam, musikimizde yeni bir çığır açan bir büyük üstadın aşka
adanmış hüzünlü yaşam öyküsünü dinleyeceğiz. Konserin adı “Hacı Arif Bey’in
Kürdilihicazkârları” Ne kadar doğru bir tanım. Tabii ki onun. Kürdilihicazkâr makamını
oluşturan, musikimize kazandıran o.
Sayfaları çeviriyorum, eserlerin çoğu tanıdık. Bizim koroda da birçok kez geçtik bu şarkıları.
Bazılarının 1800’lü yıllardan bugüne kadar taptaze kalabilmeleri olağanüstü bir şey.
“Muntazır teşrifine hazır kayık / İnce yaşmakla bu cuma seyre çık.” Bir dergide bu eserin bir
pop grubu tarafından yeniden düzenlendiğini okumuştum. Musiki böyle bir şey. Şairin dediği
gibi “Eski çeşmeler misali şarkılar / Zamanın içinden yol bulup çıkar / İnce saz benizli
yarınlara.” Zamandan soyutlanmıştır musıki. Hacı Arif Bey, “Olmaz ilaç sine-i sad pareme /
Çare bulunmaz bilirim yareme” segâhı ile her zaman hepimizin hüznüne deva olmamış
mıdır?
Sağ tarafımdaki koltuğa zarif saygılı bir hanım gelip oturuyor, selâmlaşıyoruz. O arada
programın iç kapağındaki yazı dikkatimi çekiyor. “Bir kanat sesi, dalgaların sahile vuruşu,
martıların çığlıkları ve daha niceleri hep aynı biçimde mi gelir kulaklarımıza acaba? Güneşin
doğuşunun, bir gülün açışının, bir menekşenin boyun büküşünün sesi yok mudur? Bize
duyamadıklarımızı duyuran, bizden çok farklı bir biçimde gören, sezen, algılayan kimlerdir?
En derin duyguları nağmelerle buluşturup sonsuza dek yankılanmasını sağlayan kimler?”
Bir alkış tufanı kopuyor, başımı dergiden kaldırıyorum. Saz sanatçıları birbirlerini takip ederek
sahnedeki yerlerini alıyorlar. Kısa bir akort süresinden sonra koristler geliyor. Erkekli kadınlı
iki sıra oluşturuyorlar saz sanatçılarının arkasında. Bestekâr, başında püsküllü kırmızı fesi,
mahzun gülüşü, olağanüstü güzel yüz çizgileriyle canlanıyor barkovizyon perdesinde.
Ömrü içinde dört padişah devri görmüş Hacı Arif Bey; Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz,
Sultan beşinci Murat ve ikinci Abdülhamit Han’ı hafifçe selamlıyor saygıyla. Zaman zaman
aflarına sığındığı bu sultanlarla hiçbir bestekârın olmadığı kadar çok anıları var.
Klasik Türk Musikisi’nin dehası olan hocası Dede Efendi, biraz kırgın mı; yoksa o engin
anlayışıyla Hacı Arif Bey’in, klasik bestelerin üstünü çizip şarkı formunu birinci sıraya
çıkarışını anlayışla mı karşılamış, bilinmez.
Şefin bir hareketiyle Topkapı Sarayı’nın ana kapısından geçip devrin ihtişamına dâhil
oluyoruz. Tamburî Cemil Bey’in peşrevi makama yol gösteriyor. Hacı Arif Bey 21 yaşında
oluyor, harem-i hümayunda musiki dersi veriyor çocukluktan henüz kurtulmuş genç kızlara. O
kızlar ki özel bir eğitimle padişah zevceliğine hazırlanıyorlar. Barkovizyon perdesinde Çeşm-i
Dilber beliriyor. Henüz on beşinde. Yaşmağının açıkta bıraktığı iki iri üzüm tanesi gözleri
efsunlu,simsiyah. Nazı yakıcı. Hocasının ona bestelediği şarkılar ülke sınırlarını aşıyor! İki
gencin sevdası padişahı dize getiriyor.
Nasıl bir duygu yoğunluğuna sahipmiş eski insanlar diye düşünüyorum. Günümüzün yaz
yağmuru gibi geçiveren aşkları iyice anlamsızlaşıyor gözümde.
Çeşm-i Dilberin ihanetini de, Zülf-ü Nigârın, Nigârnik Hanım’ın vefalarını da velhasıl kalp
ağrılarını Kürdilihicazkâra yüklüyor Arif Bey.
Talihin bir garip cilvesi, çeşitli makamlardan bine yakın eser bestelediği halde ölümünden iki
gün önce bitirdiği veda şarkısı da aynı makamda.
“Grub etti güneş dünya karardı
Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı.”
Perde alkışlar arasında ağır ağır kapanıyor.
İnsanların ilk yaptığı şey yerinden kalkmak değil, cep telefonlarını açmak yeniden. Ne kadar
istekliyiz şehrin seslerine geri dönmeye. Oysa beynimizdeki o muhteşem musikiyle biraz
daha yalnız kalsak olmaz mı? Yanımdaki genç hanım gülümseyerek yüzüme bakıyor.
“Sahile doğru gidecekseniz uygun bir yere bırakabilirim sizi arabamla” diyor. Geç vakitler
tekin değil artık bir kadın için. Bu yüzden severek kabul ediyorum.
Gecenin içinden yavaş yavaş ilerliyoruz. Gece, sokakların trafiği üzerinden attığı saatlerdir,
tadını çıkarıyoruz. Doktor olduğunu öğrendiğim arkadaşım ufak tefek güzel bir kadın, kuzguni
siyah saçları elâ gözleri, çok sevimli yüz çizgileri var. Anne tarafından Selânik göçmeniymiş.
Müziğin her türüne ama illâki türkülere sevdalıymış. Türk Musikisinde Hacı Arif Bey
hayranıymış. Eşi bir senfoni orkestrasının elemanı. Musikiye bayılan iki kişi bir araya gelirse
ne olur? Konuşacak öyle çok şeyleri olur ki kelimeler yerine ulaşmadan havada çarpışır.
“Biliyor musunuz tıpla musiki çok yakın ilişkilidir.”
“Tabii, bilmez miyim, Osmanlı şifahanelerinde insanları.”
“O bugün de var. Bazı gruplar var. Su sesi ve musikiyi tedaviye yardımcı olarak
kullanıyorlar.”
“Ünlü bir cerrahımız kalp ameliyatı olan kişilere yoğun bakımdan ney dinletiyormuş.”
Birden beni şaşırtmak ister gibi muzip bir tavırla soruyor.
“Burcunuz ne?”
“Efendim, niye? Koç!”
“Size iyi gelen makam Rasttır. Bu makamdan bestelenmiş şarkılar dinlerseniz hem bedenen
hem ruhen çok rahatlarsınız. Burçlarla Türk Müziği makamları ilintili. “
Birden arabayı kenara çekip durduruyor.
“Hayrola, diyorum, ne oldu?”
“Bakın, şimdi size bir şey dinleteceğim, diyor heyecanla. O kadar etkileniyorum ki bu sesten
araba kullanırken dinleyemiyorum.“
Camları açıyoruz. İlkbahar gecesinin nazlı kokusu doluyor içeri. Pırıl pırıl bir mehtap denizle
oynaşıyor. Ben de heyecanlanıyorum elimde olmadan. CD’deki ses yavaştan başlayıp
artıyor. Tuhaf bir şey var bu seste. Bir uğultu bu. Ama uğultudan farklı bir tını hissediliyor
dinledikçe. Doktor hanım güç almak ister gibi direksiyonu sıkıca kavramış, merakla yüzüme
bakıyor, tepkimi ölçüyor.
“Hangi notanın sesini duyuyorsunuz?”
“Bilmem, tam anlayamadım ama lâ galiba.”
“Evet efendim, bildiniz! – şakayla el çırpıyor.”
“Bu?”
“Bu, dünyamızın kendi etrafında dönerken çıkardığı ses. CD eşimin. Senfoni orkestraları lâ
majörle akort edilmiş. Diyor ki, evreni veya paralel evrenleri lâ sesi akort ediyor olamaz mı?”
“Bing Bang, notadaki hangi sesi verdi acaba?” diye mırıldanıyorum belli belirsiz. Arkadaşım
duymuyor, konuya devam ediyor.
“Eşim diyor ki, evrensel nota dizimi do yerine lâ ile başlayabilirmiş pekâlâ. Bir grup
müzisyenle bunun üzerinde…”
“Tamam tamam” diye susturuyorum. “Onlar çalışsınlar bu konunun üzerinde ama bana biraz
fazla!” (Gülüyorum, kahkahayla gülüşüyoruz)
“Bir Selânik türküsü armağan edelim size, konserimiz burada bitsin!”
CD’yi çıkarıyor yerinden. Kontağı çeviriyor. Camlar halâ açık. Önce ağır sonra hızlanarak
uçuyoruz asfaltın üzerinde. “Vardar ovası” yayılıyor seslerimizden etrafa. Her yanımız Vardar
Ovası şimdi.