Ortam loş ve soğuktu, karanlıktı adeta… İlk gelişi değildi elbet… Lakin bu
seferki farklıydı! Şimdiye dek yakaladığını tıkmıştı içeri… Şimdiyse ‘onu’…
Kesif bir rutubet kokusu çarptı burnuna, ilk defa duymuşçasına rahatsız
oldu… Duvarlar buz gibi geldi gözüne, ilk defa görmüşçesine… Tanıklıklarını
unutmak istercesine donuk ve sessizdiler… Gelip geçen yüzleri
anımsamak istemezcesine ifadesiz… Birden duvarlar yüzlerle kaplanıverdi,
içeri tıktığı onca insanın… Ortak ifadeleri ifadesizlikti! Bir an kendini
düşündü. Nasıl görünüyordu acaba? Gardiyanın göz kırpması ile irkildi;
– Hoş geldin Abi…
Dalga mı geçiyordu, yoksa bir bildiği mi vardı?
– Hoş bulduk, dedi, soğukça…
Neyi hoş bulduysa! Bilemedi. İfadesizlik bir maskeymiş meğer diye geçirdi,
içinden. Oysaki tuttuğunu getirirken, ruh halini bile isteye yansıtırdı
her daim yüzüne… Görevini yerine getirmişlerin muzaffer edasıyla dolanırdı
ortalıklarda. Şimdiyse, hiç mi hiç renk vermek istemiyordu, özellikle
duvarlara… Sanki insanoğlunun soramadıklarını canlanıp onlar soracaklardı!
Keşke sorsalardı. Neden? Neden vurdun savunmasız bir adamı… Üstelik
tabanları yağlayıp, postallar kıçına vura vura sıvışarak. Hadi diyelim
amirlerin verdi gazı; kontrolsüz gücün ne olduğunu bilemedin, bilmek
istemedin, hadi hadi diyelim beceremedin! Halkı koru, diye verilen silahı,
arkadaşlarınla dönüp giderken, dönüp de kafasına sıkmak neydi; adı
kafana kazılacak kişinin… Ödlekler gibi kaçıp gitmek de neyin nesiydi?
Oysa kaçanlar, Yaradan’a sığınıp gazı bastıklarındı, çoğu zaman… Sen bastıkça,
çil yavrusu gibi dağılırlardı! Manzara komik olurdu, değil mi? Yüzsüzdün
nasıl olsa! Kim bilecekti ki seni o kara kutunun ardında…
– Alın köpoğulları; bugünkü yemeğiniz. Doya doya yiyin; aksırıncaya, tıksırıncaya
yiyin, diye haykırıyordun içinden…
Başlarda yiyorlardı, sonra akıllandılar; maske taktılar. Gazın işlemez oldu!
Şimdi her iki taraf da maskelenmişti. İşin daha çetindi!
– Siktir et baba! Kanun benim, deyip kolayını buluverdin! Gaz olmadı mermin
vardı, nasıl olsa!
– Bakalım şimdi n’apacaksınız? Devlet benim! Var mı öyle istediğiniz yere
çöreklenmek; yersiniz copu aklınız başa gelene dek, dedin, bastın copu
lakin olmadı! Mermiyi bastın. Gazla karıştırdın zahar! Hiç düşünmedin mi
adamın kafasına sıkana kadar. Gazı basıp basıp da geber dedikçe canlanmışlardı
nasıl olsa. Geberecek halleri yoktu ya!
Ama adam yapışıvermişti işte yere, sarı bir sülük gibicesine… Hem Haziranın
baharında hem de “Güven” parkta. Oysa ki “Haziran’da ölmek zor!”
demişti şairin biri, belli ki öldürmek değildi!
Kendini televizyonda izleyince, sanki o kaçan sen değildin, hani gaza
boğdukların gibi. Gerçi onlar körlemeden kaçışıyorlardı. Sen ise arkana
baka baka tabanları yağladın. Tüm bu düşünceler ışık hızıyla beyninde
dolaşıyor, oyuyordu adeta…
Birden derin bir pişmanlık kapladı yüreğini…
– Sıçtın, batırmayaydın bari be adam! Kaçıp gideceğine ambulans getireydin
şimdi yüreğin bu denli ağır olur muydu acaba, diye düşünürken,
Gardiyanın sesiyle kendine geldi.
– Abi senin emaneti vermen lazım, balistik bekliyor da…
Yapması gerekeni biliyordu ama eli gidemedi. Getiren arkadaşı beline davranın-
ca ben hallederim gibisinden bir hareketle tabancayı çıkarıp masanın üzerine
isteksizce bıraktı. Işığın altında yansısı gözünü aldı. Gerisini de söyletmedi zaten…
Her tutukluya söylediklerini tutuklu olarak yerine getirdi.
Tabancası gidince mahkûm olduğunu iliklerine kadar hissetti! Yoksa tabancasının
mı mahkûmu olmuştu? Tabancasının ve aklının… Başta kurtarıcısı olmuş;
panikleyince tabanları yağlamasını o söylemişti, oysa! Paçayı ele verince de:
– Silahı sana kim verdi, emri kim verdi, teslim olmadan git pazarlık yap, öyle gir
içeri, demişti.
İşe de yaramıştı aynen. Amirlerine:
– Ya beni kollarsınız ya da benimle yanarsınız, demişti, bir güzel…
O anki yüz ifadeleri çok eğlenceliydi; korkak ve tırsak… Koşullar hemen kabul
edildi. Göstermelikten girecekti içeri. Sonrası mı? Sonrası da kitabına uydurulup
salıverilecekti, elbet!
– Aklımı seveyim, demişti.
Kilit üzerine vurulunca duvarların sessizliğiyle kalakaldı. Yüreğinin ağırlığını hissetti,
yeniden… Tabancasının ağırlığı gideli aklının da ağırlığı gitmişti sanki. Hiç
sesi çıkmıyordu. Yapması gerekeni yapıp ucuzundan durumu kurtarınca, köşesine
çekilivermişti. Peki, o değilse, bu ses de neydi? Kulak verdi;
– Neden, diyordu, durmaksızın, neden vurdun onu?
İlk panik geçmiş; hayat boyu sürecek panik başlamıştı bile! Aklını devreye soktu
yine yeniden; O sadece görevini yapmıştı.
Bütün olay buydu işte, diye diye kendini eylese de ilk boş anında yakalıyordu ses
yeniden, neden diye diye, yine, yeniden, mütemadiyen…
Ve hep yakalayacaktı, peruk taksa, gözlük taksa, takdir dahi alsa da! Bırakmayacaktı
yakasını artık bu yakan soru… Bu karabasanla yaşayacaktı ömrü billah… Ne
sokaklar rahattı artık, ne de vicdan.