En çok beni severdi Mükerrem Hanım. Pazara gittiğinde önce girişteki yumurtacısına uğrar,
otuzluk kartonu ayırtır, dönüşte alacağını söylerdi. Tüm yumurtaları üşenmeden tek tek kendi
seçerdi. Sonra sıra sebzecilere gelirdi, mevsimine göre hangi tezgâhtan ne alınacak ondan iyi
bilen yoktu apartmanda. Komşuları Mükerrem Hanım’la pazar gezmeye bayılırlardı. Bir de
hesap kitap işinde üzerine yoktu diyebilirim. Kilosu on lira elli kuruştan iki buçuk kilo
patlıcanın fiyatını kafadan hesaplar, sonra da tezgâhtara elli liradan ne kadar para üstü
vereceğini bir çırpıda söylerdi. Tahsili ilkokuldan öteye gidememiş, on beş yaşında evlenmiş,
sırayla üç çocuk doğurmuş ve hiç iş hayatı olmamış bir kadın için saat gibi işleyen bir zihni
vardı. Sıra meyveye geldiğinde kışın portakal ve mandalinayı, yazın ise kesinlikle karpuzu
tercih ederdi. Eşi Remzi Amca -emekli albay- portakalı ince ince dilimleyip üzerine toz şeker
serperek yemeyi severdi. Tuhaf bir zevk bence.
Ve son olarak pazarın kurulduğu sokağın tam köşesindeki tezgâha, benim yanıma gelirdi.
Önce küçük Ömer’in tablasından üç taze simit seçer, sonra da haftalık peynir ve zeytin
ihtiyacı için bizim tezgâhın önünde dururdu. İsmail Amca, Mükerrem Hanım’ın ta
Edremit’ten kapı komşusuydu, yıllarca ahbaplıkları hiç bozulmadı. Her hafta küçük bir kalıp
sert keçi koyun karışık beyaz peynir, Remzi Amca için iki yüz elli gram kadar tuzlusundan
çeçil peyniri, üç yüz gram yeşil zeytin ve tam yarım kilo siyah zeytin alırdı. En çok beni sever
demiştim. Doyamaz beni yemelere. Yeşil zeytin beni kıskanıyor biraz tabi ama yapacak bir
şey yok. Torunu da en çok beni seviyor, sabahları kahvaltıdaki halimizi görseniz. Kahvaltıyı
bırak, mesela şimdi, pazar dönüşü kesin üst kat komşusunu çaya çağıracak, simit de var,
hemen bir mini çay sofrası kurulacak ve ben yine sofradaki en kral yeri kapacağım.
Pazar arabasında sebzelerin üzerine koydu beni, peynirlerle aynı poşetteydim. Bizim
üstümüze de yumurtalar geldi. Onların kırılmaması gerek. Mükerrem Hanım, arabayı yavaş
yavaş çekerek apartmanın kapısına kadar getirdi hepimizi. Yol biraz sarstı beni ama olsun,
aklım üzerinde zeytin resimleri olan kare kavanozumdaydı. Öyle rahat bir kavanoz ki, hafif
yuvarlak kenarları var, bir de üzerinde benim resmim olunca içinde olmaktan keyif aldığım
bir yuva gibi. Remzi Amca her zamanki gibi bizi kapıda karşıladı, hemen arabayı mutfağa
götürdü ve sebzeleri meyveleri yerleştirmeye koyuldu. Bir yandan da klasik sorularını başladı
sormaya,

“Mükerrem, kaç olmuş patlıcanın kilosu? Karnıyarık mı yapsan bu sefer ha, ne dersin? Şöyle
bol kıymalı.”
“En son kızartma yediğinde ne oldu hatırla, yaparsam artık çiğden yapacağım. Bizim Bikan
Hanım’ın kızı Ayşen öyle yapıyormuş. Eşi kalp hastası ya, doktor kızartma yemesin demiş.”
Her pazar dönüşü benzer bir sohbet geçerdi aralarında. Remzi Amca, sert görünüşlü ama bir o
kadar da yumuşak kalpliydi. Subaylıktan emekli olalı epey olmasına rağmen, her sabah
kalktığında tıraşını olur ve mutlaka kumaş pantolonunu ve ütülü gömleğini giyer gününü öyle
geçirirdi. O, beni değil de daha ziyade yeşil zeytini severdi. Bir de çeçil peynirsiz oturmazdı
kahvaltı sofrasına. Mükerrem Hanım da bensiz. “Nerede benim kara kızım?” derdi hep
masada beni göremeyince. Torunu hem beni hem yeşil zeytini severdi. Her kahvaltıda bizim
çekirdeklerimizden şekiller yaparlardı beraber. En çok da papatya deseni. Ortasına hep beni
koyarlardı, bir de papatyanın sapını ve yaprağını benden yaparlardı. Porselen tabak üzerinde
nasıl da güzel duruyordum.
“Anane, papatyama iki yaprak yapayım mı? Dediş, kiminki daha güzel sen söyle.”
“Tabi ki torunumunki en güzeli olmuş. Mükerrem, sen biraz daha çalış bakalım.”
Remzi Amca, gençken çocuklarına epey sert davranırmış ama konu torun olunca akan sular
duruyor onun için. Kahvaltıdan sonra dede torun beraber oturur atlası açıp şehir bulmaca
oynarlardı mutfak masasında. Ben de buzdolabından duyardım seslerini, torun küçük daha
okula falan gitmiyor ama neredeyse tüm şehirlerin yerlerini ezbere biliyordu. Bazen de
kâğıttan kayık yapmaca oynarlardı. Remzi Amca çifte kayık yapardı, torun normal, tek kayık.
Mükerrem Hanım’dan leğene su doldurmasını isterler ve kayıklarını yüzdürürlerdi. Bir
defasında benim çekirdeklerimden yük bile yaptılar, çok eğlenmiştim.
O gün pazar dönüşü tam tahmin ettiğim gibi oldu, üst kat komşusu geldi çaya. Balkona hemen
iki tabak kondu, sonra tazecik simitler ekmek sepetine yerleştirildi ve sıra kahvaltılıklara
geldiğinde Mükerrem Hanım önce benim kavanozumu çıkarttı. Bej rengi desenli bir tabağa
şöyle on beş yirmi tanemizi koydu, üzerimize de sızma zeytinyağı gezdirdi, bir de kekik ve
olmazsa olmaz baharat: acı pul biber. Sonra yeşil zeytin sade bir şekilde başka bir kaba
kondu, onu beyaz peynir takip etti. Çeçil peynirini misafire hiç çıkartmazdı Mükerrem Hanım,
o Remzi Amca’ya özeldi ve sadece arada torununun yemesine izin verirdi.

Sonra bir sabah sofraya çeçil peyniri konmadı, beyaz peyniri de çıkartmadı kimse. Hatta beni
de bıraktılar kavanozumda, o sabah evde kimse kahvaltı etmedi. Remzi Amca’nın sesini
duymadım hiç ama Mükerrem Hanım’ın torununa “Hadi kızım, taksi bekliyor,” diye
seslendiğini duydum. Ev uzunca bir süre sessizliğe büründü. Yanımdaki şeffaf kaptaki beyaz
peynirin köşelerinden hafifçe küflendiğini görebiliyordum. Her sabah birbirimize bakıp iç
çekmeye başladık. Ne gelen vardı ne giden. Beni üzerimdeki zeytinyağı koruyordu ama
açıkçası ben de kendimi pek iyi hissetmemeye başlamıştım. Ya bir daha gelmezlerse ya bizi
burada bir başımıza bıraktılarsa.
Yok canım, Mükerrem Hanım, bensiz yapamaz. Hem ben olmazsam papatyaların ortası
olmaz, yaprağı olmaz. Ben olmazsam, komşu çaya geldiğinde çıtır simidin yanında ne
yiyecekler? Beyaz peynir iyice morardı. Benim de nefesim daralıyordu. Hafif hafif
pörsüyordum sanki. Dolabın içinden tuhaf kokular gelmeye başladı. Göremediğim raflarda
başkaları da var, herkes acı çekiyor. Yeşil zeytin iyice küçüldü, bumburuşuk oldu cildi. Keşke
yağımdan biraz ona da verebilseydim. Uzun süre kapalı kavanozumda kalınca kulaklarım
uğuldamaya başladı. Derinden sesler duyuyordum sanki. Yok yok, anahtar sesi bu, biri geldi.
“Arkadaşlar, geldi Mükerrem Hanım, anahtar sesi duydum, geldi, geldi.”
Salondaki ayak seslerini derinden de olsa duyabiliyordum, sonra banyoya gitti o sesler. Su
sesi, kovaya su dolduruyor birisi. Yok bu Mükerrem Hanım değil, o olsaydı eve girer girmez
hemen mutfaktaki radyoyu açardı. Evin sessiz olmasını hiç sevmez o, “O ne öyle, cenaze evi
gibi, azıcık ses olsun,” derdi hep. Dolabın kapağı sertçe açıldı sonra, gözlerim iyi seçmiyordu,
biri kavanozları, plastik kapları ve sebze meyve ne varsa hızlı hızlı tezgâha çıkartmaya
başladı. Sonra hışır hışır açılan çöp torbası sesi geldi kulağıma. Daha ne olduğunu
anlayamadan zeytin desenli yuvarlak kenarlı kavanozumla kendimizi torbanın dibinde bulduk.
Yanıma yeşil zeytin geldi, iyice morarmış beyaz peynir de kendi kabının içinde düşüverdi
yanıma, onu sebzeler, meyveler takip etti. Göz açıp kapayıncaya kadar ağzı bağlı çöp
torbasının içinde sokaktaki konteynere atıldık. Bizim yanımıza evden başka eşyalar da geldi,
belli ki birisi evi dip köşe temizliyordu. Ne Mükerrem Hanım’ın ne Remzi Amca’nın ne de
torunun sesi, konteynerde duyduğum son ses pazardan dönenlerinki oldu,
“Patlıcana ne olmuş öyle, altın mı bu şekerim, artık sebze de alamayacağız, şu hale bak.”