Dolunayın esrarengiz ışığıyla gözleri büyüyen bir baykuş, yaşlı servi ağacının yere doğru eğilen kalın dalına tünemiş, belli aralıklarla ötüyordu. Mezarlıktaki zambaklar keskin ayazdan, çiçeklerini büzmüş, boyunlarını bükmüşlerdi. Poe’nun gotik öykülerinden fırlamış, bu izbe yerde aradığım, eski yüzyıllardan geçmiş, var olmaya çalışmış sonra canına kıymış sanatçıların ruhlarıyla buluşmaktı. Ruh ışınlayıcısı, beni gayb âlemine ışınladıktan sonra ansızın yok olmuştu.

Zamanda doğrusal bir şekilde ilerleyemeyen, aykırı bir ruhtum ben. Victoria döneminin katı sınırları içerisinde boy göstermiş, Virginia Woolf’un devingen ruhu. Bu dönem her çeşit seksüel güdüyü, eylemi, tutkuyu bastırmak, reddetmek eğilimindeydi. Hal böyle olunca, yaratıcılık artıyor, bastırılan her duygunun peşine düşen değişik sanatçılar ardı arkası kesilmeksizin türüyordu. İnsanlar sonunda Freud’un vardığı o noktaya geliyorlardı: ‘Her toplum oluşturduğu kültürü beğenmez ve ona karşı koyma temayülünde olur.’  Tamam, tamam uzantılı bir konuda çok dalgalanmıyorum. Hah, ne diyordum? Dünyadayken bir yazarın ruhu olmak çok çetrefilliydi. Onun bedenini kendimle aynı hizaya getirmek nadir rastlanan bir durumdu. Woolf’un varlığını kutsamak için tükettiğim enerjiyi küçük bir bahçeye verseydim, o nadide bahçe hayvanlara yuva olan koca bir orman olurdu. Ama beni dinlemezdi, ayrıksı yaşamak onun doğasında vardı. Dinlemek eylemi, onun zihninde kendine kolaylıkla yer bulamıyordu. Geçmiş günlerin birinde, kırk sekiz saat boyunca durmadan konuşmuştu…

Bir sabah, kır evinin verandasından çıkmış savruk savruk dolaşıyordum. O da çiçeklerle dolu kır gezilerini çok severdi, elbisesinin fırfırlı uçlarını bacaklarının arasında toplayıp, düz bir kayanın üstünde oturdu. ‘Ruh-u sal bana biraz heyecan, yaşama tadı, özgürlük, tutku veremez misin?’ dedi. Söylediği her şeyi lütufkâr bir şekilde sunmak için ona, farklı ‘yaşamak oyunları’ verdim. Hakikatle göz bağcılık yapıyor ve benliğini yeniden icat ediyordu. O oyunlardan sonra içindeki ruhsal geçişimlerin diyalektiğini sözcüklerle buluyor ve afilli romanlar yazıyordu. Kalemi, içindeki sesleri susturmasına bir nebze de olsa yardımcı oluyordu. Kız kardeşi Vanessa, resim yaparken o da ayakta yazıyordu. Şövaleye kâğıt geçirip yazdığı da oluyordu. Tatlı bir çocuk oluyorduk bu haliyle. Kanatlanıyorduk. Buraya aitim diyordu, başka hiç bir yerde bunu hissetmiyorum. Zaman o eşsiz aralıkta yalnızca bize aitti, kopuk bir uçurtmanın aylak özgürlüğündeydik.

Vanessa durmadan renkleri birbirine karıştırıyor, onlarla adeta dans ediyor ve renklerin duyumsattığı anlam simyasıyla kendi gerçekliğini siliyordu. Koyu bir astar çekiyordu tuvale, renk lekelerinden imgesel bir kompozisyon oluşturuyordu. Figürlü eskizlerini oraya ekliyordu. En son, “Eriyen Kapılar Sunağı” adını verdiği çalışmasında karşımıza çıkan kapıların yok olması ve sonrasında bir sunağa evrilmesini düşlediğini söyledi. Bu ince duyarlılıkla Woolf’un kitap kapaklarını çizdi. Yazarımın geçtiği farklı kapılar, önünde çatallanarak uzayan yollar, geçemediği eşikler ve insan yaratılışının garipliğini kabul edememesi; benimle bedeni arasına setler örmesine yol açıyordu. Benim içsel çatışmalarla, hastalıklarla huzursuz bir ruh-u sala dönüşmem için yaşıyor gibiydi.

Evlerindeki dost toplantılarında beni kucaklıyor, yazarken bir kutlama neşesiyle benimle bütünleşiyordu. Kendine ait bir oda yaratarak, kendi dünyasına egemen olarak ve var olan gelenekselleşmiş öğretilere karşı koyarak, duygusal sürüklenmelerini dindiriyordu. Yaşamın içine koşulacak ak umutları, küçük sevinçleri, erosçu arayışları ve sancılı tutkuları kitaplarının sayfalarında birikiyor ama onları özünde yaşayamıyordu. Woolf’un çocukken erken yitirdiği annesinin yokluk karmaşası; benliğinde eğri, pürüzlü bir zemin yaratmıştı. Bu eğri düzlemin üzerine kendi dünyasıyla ilgili normal sayılabilecek neyi inşa etmeye kalkıştıysa, o varlık olduğu gibi boşluğa yuvarlanıyordu. Kuytu boşluğu; yabancılaşma, yalnızlık, tiranlığa karşıtlık, duygusal zehirlenmeler, bedensel tatminsizlikler kokuyordu. O boşluğun havasını soludukça daha çok uzaklaşıyorduk birbirimizden. “Tabiatta nokta yoktur, ondan ilham alabilirsin. Sevimli ve dönüştürülebilen bir yeryüzündeyiz. Sen de o dünyanın en kıymetli bir parçasısın,” diyerek onu tutmaya çalışırdım. Gülümserdi. Beden, ruh ve zihin bir arada mesut bir şekilde bakardık geçip giden ışık gölgelerine. Bu eşi az rastlanır bütünsel vakitlerde sonsuzluğu sorgulardı: “Zaman ve mekânla sınırlıyken sonsuzluğu kavrayamıyorum. Onu ölümle kavrayabileceğimi düşünüyorum. Bu zalim dünyanın gittikçe büyüyen acılarına dayanmak beni zorluyor. Senden bir şey isteyeceğim ruh-u sal, intihar eden yazarlar gömütlüğündeki ruhlarla konuşup bana onlardan bir haber getirmeni istiyorum,” dedi. Onların söylemek istediklerini, yarım kalmış tümcelerini bilmek istiyordu. Dağıldım. Akışkan ol, akışkan ve sürdürülebilir… Gökyüzünde bitimsiz bir hava burgacındaydım.

Hayatının arka fonundaki, yenilenen planı gerçekleştirmek için beni öyle metruk ve zor dönülen bir yere göndermesinin sebebini şimdi anlıyorum. Ben çok uzaklardayken, ceplerine taş doldurarak evlerinin yakınındaki Ouse Nehri’ne atlamış. Ölüm meleği beni apar topar oraya uçurduğunda, o son nefesine yaklaşmıştı. Dünyayla ilişiğini kestikten sonra, ruh ve beden olarak gerçekten ayrıldık. Ruhu, yeryüzünde kendine ait bir oda yaratamayan, yaratmak için uğraşan, kitaplarını okuyan, zaman ve mekân sınırlılığını sanatla aşmaya çalışan insanların çabalarıyla canlanıyor. İşte öyle bir buluşmayla büyüyerek anlattım sana. Şimdi bana, kendi hayatına son vermiş yazarlar gömütlüğünden ne haber getirdin diye soracaksın? Eski bir parşömende kalan dizeleri bırakarak, kaçıyorum berzah âlemine. Akışkanlıkla…

-Varlıklarında, doludizgin yaşarken, omuzlarından tutulmayan insanlar… Kendilerini uçurumun kıyısından düşüvermeye yakın bulduklarında, belki tutulurum diye bırakıyorlar. Ölümün çekimi başka bir uyanış zerresi salıyor bulutlarına. Sonsuzluk olarak yağıyorlar durmadan…-