Ben de geçtim gittim bu zulüm yurdundan,

                                                                                               Elimde yelden başka bir şey kalmadan,

                                                                                               Ama var mı, ölümüme sevinip de

                                                                                               Ecelin şaşmaz tuzağından kurtulan?

                                                                                               ÖMER HAYYAM

 

Sabahın ilk ışıkları. Güneş Paris’in kuzeyindeki Montmartre Mezarlığı üzerinde gölge oyunları yaparak dolaşıyordu. Şehir her zamanki gibi baharı yine nazlanarak karşılamıştı. Aylardan Nisan olmasına rağmen sabahlar hâlâ kemiklerine kadar işleyen bir soğukla kucaklıyordu yaşayanları.

 

Bu saatlerde derin uykuda olan şehrin ıssız mezarlığına çıkan yüzlerce yıllık dik merdivenlerde ince bir beden göründü. Ağır ve uzun adımlarla bir hayalet gibi süzülerek yükseliyordu. Geceye benzer kapkara gür saçlarını zamanın modasına uygun ıslatıp, dümdüz tarayıp küçük kafasına yapıştırsa da, buraya gelene kadar, bahar rüzgârlarıyla darmadağın oluşu karşısında çaresizdi. Kilometrelerce yürümüştü. Yol boyunca başı önüne eğik, aklından geçen onlarca karanlık düşünceyle boğuşmuştu. Kalın dudaklı ufacık ağızının üstünde ince bir bıyık yerleştirmiş bu genç adam daha yirmi beşindeydi. Adı Sâdık Hidâyet’ti.

 

Mezarlığın sağına soluna tünemiş kargalar bu yabancıyı izliyorlardı. Üzerinde çok şık, tertemiz ama incecik kumaşıyla bu mevsime uymayan bir takım elbise vardı. Tıpkı onu izleyen kargalar gibi simsiyahtı. Bu haliyle onu biri görse, mesela bir bekçi ya da zangoç, mezarlık sakinlerden biri zannedebilir, oracıkta düşüp bayılabilirdi. Oysa o bir hayalet değil, yaşadığı dünya ile benliği arasına sıkışıp kalmış zavallı bir ruhtu sadece.

 

Sâdık Hidâyet mezarlığın içinde ilerlerken tembel güneş de nihayet yükseliyordu. Sarı ışığın etkisiyle şimdi Hidayet’in tam arkasında kalan merdivenlerin hemen sağındaki katedrale benzeyen anıt mezarın vitraylı pencerelerinde ışık oyunları oluşuyor, renkli camlarla işlenen figürler canlanıyordu. Sanki oradaki karakterler de bu yabancının nereye gittiğini merak ediyorlardı. Mezarlığın çevresini saran ağaçların kuru dalları yeni yeni filizlenmeye başlamıştı. Onların üzerine tünemiş, gece uykularından henüz sıyrılamamış yüzlerce kuş, birden havalandılar. Onları böylesine can havli bir telaşa düşürecek derecede ne ürkütmüş olabilirdi? Genç adam bir an olduğu yerde hareketsiz kaldı. Başını onlardan yana çevirip gökyüzünde toplanan kuşların hep birlikte, dans edercesine oradan oraya süzülüşlerini izledi. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi tekrar mezarlığın içinde yürümeye devam etti.

 

Sahibini bekleyen köpeğin, dans eden küçük meleklerle süslü mezar taşının, sanki ölüme değil de davete gidermişçesine sıradan bir oturuşla mezarının üstüne yerleşmiş genç bir aristokrat büstünün önünden geçerek nihayet bir yerde durdu. Durduğu yer dört büyük mermer sütunla desteklenmiş, üzerinde ayakları çıplak, elleri karnında tıpkı yatağında rahat bir uykudaymış gibi uzanan adam heykeli bulunan bir anıt mezarın ayak ucuydu. Üstünde büyük harflerle ALEXDRE DUMAS yazıyordu. Oğul Dumas’ın mezarıydı burası. Gayrı meşru doğmuş, babası tarafından yıllar sonra resmen sahiplenilmiş, yazarlık kariyerinde babasını geçmiş bir oğulun mezarı.

 

Neden burada durduğunu bilmiyordu. Belki yazar olduğu için seçmişti. İç cebinden önce koyu kemik çerçeveli yuvarlak gözlüğünü çıkardı, taktı. Sonra bir deste kadar beyaz kağıt.  Bunlar el yazısıyla not aldığı şiirleri, başlamış ama bitmemiş öyküleriydi. Dudaklarının arasından, kendi dilinde süzülen kelimeler taşlara çarpıp mezarların arasındaki boşluğu bir şarkı gibi ahenkle doldurdu. Yirmi beşinde yetmişini yaşayan bir adamdı o. Belki de ömrünü bir kez değil, defalarca doldurduğuna inanan bir ihtiyardı. Tüm kağıtlarda yazılanlar okunup bitince cebinden kibrit çıkarıp kağıtları teker teker yakmaya başladı. Bir ayini andıran bu hareketi elindekilerin hepsi yanıp, külleri rüzgarla etrafa dağılıncaya kadar sürdü.

 

Her ne kadar kargalar onu gördüklerine şaşırsa da buraya ilk gelişi değildi. Kendini en iyi hissettiği yerdi burası. Paris’te yaşadığı sokaktan, okulundan belki de evinden daha çok seviyordu burayı. Montmarte’nin yıllar önce Paris’ten bir duvarla ayrıldığını, toplum tarafından dışlanan fakir sanatçıların yuvası olduğunu da biliyordu. “Zaten,” diyordu içinden, “her şeyin anlamını yitirdiği bu dünyada yaşamaya çalışmak ne kadar değersiz bir uğraş.”

 

Bu ziyaretinden iki gün sonra planladığı gibi Marne Nehri’nin üstünde kendini aşağıya sulara bırakmak üzereyken aklından geçen düşüncelerin bir kısmıydı bunlar. Nasıl öleceğini, nasıl görüneceğini de çok düşünmüştü. Kanlı bir ölüm istemiyordu. Cesedi temiz kalmalıydı. Etrafa üç damla bile olsa kan sızmamalıydı. Bir davete gider gibi buluşmalıydı ölümüyle. Bunun için yine tertemiz giyinmişti. Yakasına ölümüne sunmak üzere siyah bir gül de iliştirmişti. Neredeyse bilincinin oluştuğu çocukluğundan bugüne nefes aldığı günler boyunca da düşündüğü tek şeydi bu: Ölmek. Çünkü Dünya denen bu yerde her şeyin anlamsızlığını bilmek ve bununla yüzleşmek zordu. Hayranı olduğu Ömer Hayyam’la bu noktada ayrıldığını çok iyi biliyordu. Hayyam, her ne olursa olsun yaşadığı zamanı iyi yaşamaktan yanayken o savaşacak gücü kendinde bir türlü bulamıyordu. Yüzleşmek hiç yapmak istediği bir şey değildi. Savaşmaksa başından kaybedeceği bir oyun sadece. Ama ölmek…

 

Kader denen şeye inanmış olsaydı o gün yaşadığı olayı ona bağlayabilirdi. Öyle ya, köprünün altına çektikleri kayıkta, aşkın ırmaklarında yüzen iki sevgiliye denk gelmek binde bir olacak şeydi. Sonrasında hatırladıkça bu olayı, acımasızca dalga geçecek, kendi kendine anlatıp duracaktı. Bu ölmeyi bile beceremeyen bir adamın hikâyesiydi: “Suya düşen zavallı adamı fark eden kahraman delikanlı hiç düşünmeden suya atlıyor. Onu az önce arzu ile seviştikleri kayıklarına çıkartıyor. Kahramanlığından ötürü önce sevgilisinden bir öpücük daha alıyor sonra yanında ıslak giysileriyle uzanan adama Fransızca soruyor, adam da Acemce yanıtlıyor. Nice sonra bulunduğu ülkeyi hatırlayıp kendisine zorla öğretilen dilde cevaplar veriyor: ‘Merci.. Merci beaucoup’”

 

Sâdık bu olaydan sonra mahkûm olduğunu anladığı yaşamına devam etti. Günlerden sonra yine Paris sokaklarında dolaştığı bir gün Marne Nehri’nin fotoğrafının olduğu bir kartpostal gözüne ilişti, aldı. Çok sevdiği abisi Mahmud’a gönderecekti. Cebinden dolma kalemini çıkardı ve yazmaya başladı:

“Şimdilik ne yazacağımı bilmiyorum. Bir delilik ettim; ucuz atlattım. Sonra ayrıntılı olarak yazacağım. İyiyim.”