Razî bey bir öğretmendi. Razîye hanım da öyle. İkisi de uzun yıllar çalışmış, emekli
olmuşlardı. Yaşamlarının son dönemlerinde her ikisinin de yolu, şehrin uzak bir banliyösünde,
ulu bir bahçenin içinde, güzel bir huzurevinde kesişmişti. İlk dostlukları
isimleri dolayısıyla başlamıştı. Birbirlerinin adlarını öğrendiklerinde gülüşerek tokalaşmışlardı.

– Adınız ne?
– Razi.
– Benim ki de Raziye…
– Şaka yapmıyorsunuz değil mi?
– Gerçekten şaka gibi
diyerek tanışmış, dost olmuşlardı. Ortak tarafları çoktu. Her ikisi de adları gibi hayata
boyun eğen, onun karşısında rıza gösteren, tevekkül içinde iki insandı. Kimi kimseleri
yoktu. Her ikisi de evlenmemişti. Raziye Hanım ‘armudun sapı, üzümün çöpü’
derken evde kalmıştı. Razi Bey’in ise ilişkileri, hatta aşkları olmuştu ama hiçbiriyle bir
yastığa baş koymamıştı. Nedense kadınları ve aşkı sevmiş ama evlilik denince hep geri
durmuştu. Sosyolojinin biyolojiyi heder edeceğinden korkmuştu belki. Aşk kendinin,
ama evlilik başkalarının olmaktı. Bu yeni yılda dostlukları üç yılı dolduracaktı. Bu süre
içinde hep bir dost, hep bir yoldaş olarak kalmışlardı.
Razi Bey son zamanlarda bir değişim yaşıyordu. Âşık olmuştu. Ona ilk gördüğü gün
vurulmuştu. İçine anlam veremediği bir yangı düşmüştü. Bu yangı her geçen gün giderek
artmış, kendisini esir almıştı. O günden sonra Razi Bey’de ‘dur-durak’ kalmamış,
yemeden içmeden kesilmiş, giderek yaşamı bir işkenceye dönüşmüştü. Kendi haline acır
hale gelmişti. Bu yaşta bu işkence neyin nesiydi? Ama aşkın yaşı olmuyordu. Bu bir gizli
aşk, bir gizli sevdaydı. Aşkın böylesi de güzeldi. Bu konuda kendini sofilere benzetiyordu.
Ama Tanrı hem görüyor, hem biliyordu. Oysa Razi Bey’in yangısından karşı tarafın
haberi yoktu. Razi Bey kendi kendine gelin – güvey olmuştu. İki türlü yanıyordu; hem
aşkından, hem bilinmemesinden.
‘O’, aralarına geçen yıl katılmıştı. Neredeyse bir yıl olacaktı. Hariciyeden emekliydi.
Aristokrat bir hali vardı. Kolejlerde okumuştu. İnsanlar ona ‘Saraylı’ diyordu. İnsanlarla
kaynaşmayı, oturup uzun uzun konuşmayı pek sevmiyordu. En fazla görüştüğü,
dostluk kurduğu kişiyse Raziye Hanım’dı. Razi Bey onları bir arada görür görmez hemen
yanlarında bitiveriyor, oluşan bu dostluk ortamından yararlanıp Saralı’yla ilişkisini
pekiştiriyordu aklınca. Zamanlı zamansız onlara küçük hediyeler sunuyor, ikramlar
yapıyordu. Ama Saraylı’nın bezi hiç bu taraklarda olmuyordu. Razi Bey ona açılmaya
birkaç kez yeltenmişti ancak, o buna fırsat vermemişti. Saraylı ulaşılmaz, fethedilmez
bir kale gibiydi ve yaşamının güneşi olmuştu; çevresinde dönmekten yorulmayan
dünyaydı Razi Bey.
Oysa Razi Bey, bir volkan gibiydi artık; dayanamıyordu. Patlamak, açılıp saçılmak
istiyordu. Çektiklerini bir tek kendisi biliyordu. Durumunu kimselerle paylaşamamıştı.
Hatta Raziye Hanım/a dahi açılamamıştı. Bir sabah iç ezikliğiyle uyandı.
Gözü duvardaki takvime takıldı. Yılın sonu gelmişti. Üç gün sonra yeni yıla girilecekti.
Saraylı, ruhunda koca bir yılın bakiyesiydi. Yeni yılda da böyle mi olacaktı?
Yatağında doğruldu. “Raziye” dedi kendi kendine. Neden olmasın? İçinde bulunduğu
durumu ona anlatmalıydı. O bir çaresini bulabilir, belki aracı bile olabilirdi.
Paylaşacaktı onunla. Ne de olsa buradaki tek dostuydu. Kalkıp aceleyle giyindi ve
soluğu Raziye Hanım’ın yanında aldı. Birlikte kahvaltıya indiler. Sonrasında bir
köşeye çekilip konuşmaya başladılar. Razi Bey söze
– Sana bir sırrımı açmak istiyorum Raziye Hanım,
diyerek başladı. Raziye Hanım heyecanlanarak oturduğu koltukta doğruldu,
– Öyle mi?
– Evet, bunu çok düşündüm. Sırlar bir insanın emanetidir.
– Evet, belki de bir hayatın teslimiyetidir.
– Bunun idrakinde olan insan çok azdır. Sen bunlardan birisin.
Raziye Hanım’ın heyecanı doruğa ulaşmıştı. Heyecanını yenerek,
– Beni çok yüceltmiyor musun?
– İnsanı yücelten öncelikle kendisidir.
Razi Bey doğru yoldaydı, gerginliğini atmış, oldukça hafiflemişti. Konuşmaya rahatça
devam edebilirdi.
– Biliyor musun? Sır sahibine de yüktür. Artık taşımak istemiyorum.
Bu sözler, Raziye Hanım’ın içinde yıllardır küllenen ateşi tutuşturmaya yetmişti.
Yine de duygularına gem vurarak, derin bir soluklanmanın ardından, Razi Bey’i
– Ahh bilmez miyim?!
diyerek yanıtladı. Razi Bey, işte bu anda bütün cesaretini topladı ve Raziye Hanım’ın
gözlerinden içeri bakarak,
– Aşığım!
dedi. Raziye Hanım’ın kalbi yerinden fırlayacakmış gibi oldu. Gözleri nemlendi.
Sonrasında bir volkan gibi boşaldı. Sesi titriyordu. Razi Bey’in ellerini avuçlarının
arasına alarak,
– Ben de sana âşığım, hem de başından beri
demesin mi!
Razi Bey’in nutku tutuldu, donup kaldı; dilinin ucuna gelen “Sana değil, Saraylı’ya
âşığım” cümlesinin boğazından düğüm düğüm içeri kaçmasına seyirci kaldı.