“Sayın Üyeler, 79 Kasım’ında Independenta patlayınca Romanya’ya açtığımız dava nihayet sonuçlandı.
Alacağımız tazminat belirlendi. Ödeme bir kaç ay içinde gerçekleşir. Vitrayların restorasyonuna hemen
başlamak istiyoruz. Şükriye Işık Hanımefendi, ilk kadın vitray sanatçımız, bu konuda bize yardımcı
olmaya aday. Önünüzdeki dosyalarda teklifiyle özgeçmişi yer alıyor. Kabul ederseniz, sözleşme
imzalayacağız. Şükriye Hanım, söz almak ister misiniz?”

“Evet, lütfen! Sayın kurul üyeleri, bu büyük ve anlamlı projeye aday olmak benim için bir şeref. Korkunç
patlama hafızalarımızdaki tazeliğini koruyor. Canım vitrayların kırıldığını okuyunca, çok üzülmüştüm.
Müdür Bey'in teklifi gelince çok mutlu oldum. Aslına uygun restorasyon istenmesi memnuniyet verici.
Esere ve sanatçıya saygı boynumuzun borcu. Ülkemizde bu konuda pek duyarlı davranılmıyor. Sizleri
tebrik ediyorum. Yapılacak iş malumunuz, çok zahmetli. Garın dinmeyen trafiği, yoğun kalabalığı,
mekânın yarı kapalı ve tavanlarının yüksekliği çalışma şartlarını güçleştiriyor. Ayrıca kurşunlu vitray, bu
sanatın en meşakkatli türü. Zorlu koşullarda kadın başınıza n’apacaksınız, dediğinizi duyar gibiyim.
Merak etmeyiniz, biz kadınlar ne kadar itiraf edilmese de erkeklere göre daha dayanıklı, sabırlı ve
detaycıyızdır. Latife bir yana, ülke içinde ve dışında uzun yıllara dayanan tecrübelerim var. Ayrıca
dediğim gibi bu iş benim için şeref meselesi. Sizlerin de her türlü problemde yanımda olacağınıza
inanıyor, hep birlikte bu işi başarırız, diyorum. Tabii ki karar yine sizlerin. Tekrar teşekkür ederim.”
*****
“Ne dersiniz Müdür Bey, aksi bir karar çıkabilir mi yönetim kurulundan?”, “Hiç sanmam Şükriye Hanım.
Sizden iyisini mi bulacaklar? Bence, ön çalışmalarınıza başlayın, siz. Çünkü, tamam dendiği an topu topu
altı ayımız var.”, “O kadar kısa mı?”, “Kısa olur mu? Haydarpaşa yedi 24 yaşıyor. Bu da demektir ki bir
yılınız var.”, “Anlıyorum, dayanıklıyız dedik diye…” “Latife ediyorum. Merak etmeyin, zaten ödeneğin
çıkması da bir iki ayı bulur. Geldiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Haftaya karar açıklanır, haber
veririm. Siz çalışmalarınıza başlayın lütfen, ben sonuçtan eminim.”, “Pekala Müdür Bey, madem öyle
diyorsunuz, hemen kolları sıvayalım. Baksanıza karşımızda sıkı bir amir var.” Gülüştüler. Odadan çıkar
çıkmaz garı dolaşmak istedi.

Gelmeden tarihçesini okumuştu: II. Abdülhamit’e hak verdi. Burası tüm ihtişamıyla doğunun son, batının
ilk noktasıydı. Bina, inşa ve mimarisiyle o zamanki müttefik devlet Almanların yapımıydı, vitraylar da…
Linneman Usta yapmıştı. Başı yukarıda vitrayları inceliyordu ki kendini yerde buluverdi. “Amanın!
Tizem af buyur. Bi şeyin yoh ya? İyi misen? Tut, kaldırem seni.”, “Önüne baksana evladım, koca garda
bula bula beni mi buldun?”, “Hahlısın tizem de, geri geri gitmişem haberim yoh! Hele sor bi, nedendir. Şu
tavandaki camlara bakirem. Heç böylesini görmemişem. Gökkuşagı gibidir. Yüzüme çarpıttırmaya
çalışiydem ışıhlarını, geri geri basmişem, görmemişem seni. Kusura galma, hele bah anam yaşındasın.”

Birden hüzünlendi; vitrayı çocukları yerine koymuştu, hiç ana olmamıştı. Sanatı her şeyiydi. “E, söyle
bakalım ben anan yaşındayım da sen kaç yaşındasın?”, “Yirmi tizem, yirmi; yeni askerden gelmişem,
köyüme dönirem de hiç istemirem.”, “Neden? ”, “Napçam dönüp de? İş yoh, aş yoh, Şürkiye yoh!”,
“Şürkiye mi, Şükriye mi?”, “Şürkiye tizem, Şürkiye”, “Ha, ben de yanlış anladım zannettim. Bak Şükriye
olaydı adaşım çıkacaktı.”, “Demee, memnun olmişem, bağışladın beni?”, “Tamam, tamam, vitray değiliz
ya kırılacak!”, “Af buyur?”, “Vitray diyorum, hani şu gökkuşağı dediğin camlar var ya, onlar.”, “Hee, öle
mi?”, “Şürkiye kim?”, “Boş ver be tizem, uzun hikayedir, tutmirem seni.”, “Anlatmak istemiyorsun yani…
Peki, ama dikkat et kendine bu koca şehirde. Farkına bile varmazsın, yutuverir seni.”, “Doğru söylisen.
Bahçez artık başımızın çaresine. Hele koca adam oldik, di mi? Hadi kal sağlıcakla!” diyerek uzaklaştı.
“Heyy, çocuk! Adın ne senin; adını söyle bari!”, “Memet tizem, Memet!” dedi ve elinde tahta bavuluyla
yürüyüp gitti. Ne üstte vardı, ne başta. Arkasından bakarken canı sıkıldı. Gencecik bir insan, bu gayya
kuyusunda ne yer, ne içer, nasıl barınırdı? Haydarpaşa da, İstanbul da çok alışıktı böylelerini yutmaya.
“Hadi oğlum şansın açık olsun, bari sen yutulma!” diye sessizce seslendi ardından. Şürkiye’yi merak
etmişti.
*****
“Hadi arkadaşlar, hadi. Hızlanalım lütfen. Şurada kaldı iki ayımız. Daha işin yarısı ortada yok. Size göre
hava hoş tabii, kurulun önüne çıkacak benim. Valla şeref meselesi dedim, ona göre; rezil olmayayım
sonra!”, “Amaaan, Şükriye Hanım, dikkat edin!” demelerine kalmadı diz üstü kapaklandı. Arkadan
tanıdık bir ses geliyordu. “Ayy tizem kusura kalma, görmemişem.”, “Mehmet!” diye döndü ki evet, oydu.
“Aaa, Şürkiye Tize”, “Yaa, Şürkiye Tize! Ne bakıyorsun öyle hortlak görmüş gibi, tutta kalkayım
şuradan.”, “İyisen di mi tizem, kusura kalma, bu vitay mıydı ne idi, söylemişsen, ahanda bu camlar beni
büyüleyi, sanki yeri görmemişem.”, “İyi ki vitraylar yüzünden. Yoksa bu ufacık tefecik halimle, zahir
artık görünmez oldum diyecektim.”, “Af buyur?”, “Boş ver sen! Hele, anlat bakalım bunca zaman n’ettin
bu koca şeherde ya da o sana ne etti?”, “Ne sen sor, ne ben söyliyem. Dedigin çıktı, ben gibilere yer yoh
burada. Dönüp gidirem de onu da edemirem. Cep delih cepken delih. Dedim, belki burada bir iki yüh
taşırim da bilet param çıhar.”, “Ah be evladım, kopup kopup geliyosunuz memleketinizden, yurdunuzdan,
ondan sonra hüsran. Senin gibi niceleri gelip geçiyor, her türlü pisliğe bulaşıp yok oluyor buralarda. Peki,
dönüyorsun da ne yapacaksın memlekette?”, “Heçç! Heç bilmirem! Aha senin gibi mavi gözlü bir anacım
var; dizine yatıp kalcam herhal.”, “Bak aklıma ne geldi. Elinden gelir bir iş var mı senin?”, “Her iş gelir
tizem.”, “Anlaşıldı, hiçbir şey yani! Askerlikte n’aptın peki?”, “Memlekette camcı çıragıydım, bahım
sınıfına aldılar .”, “O ne demek?”, “Nirde tamir orda Memet!”, “Ohh, tamam o zaman! Elin alet tutuyor
yani.”, “Tutar tizem, tutar. Gomutanlarım pek beğeniydi beni.”, “Hele şu bavulu bi kenara koy da bekle
beni, geliyorum hemen!“ Ya, yüh çıharsa?”, “Bekle sen, bekle!

“O, Şükriye Hanım, hoş geldiniz, buyurun. Akşam oldu hala önlüklesiniz. Hayrola?”, “Sormayın Müdür
Bey, enikonu sıkıştık. Ben de arkadaşlara söyleniyordum demin; bakın bu iş şeref meselesi, zamanında
bitirmeliyiz, diye.”, “Canım, o kadar da dert etmeyin. Sağlığınıza dikkat edin. Sonra ne deriz millete?
Yapabileceğimiz bir şey varsa çekinmeyin lütfen.”, “Var aslında; sizden bir ricaya gelmiştim.”, “Ne
demek, buyurun!”, “Bir yardımcıya ihtiyacım var da; hani şöyle her işten anlayan, hangi tamiri desem
yapacak, genç, dinamik…”, “Hemen bakalım!”, “Yok, yok zahmet etmeyin, ben buldum da, çocuk uzak
memleketli! Acaba diyorum, Gar çok büyük, yatacak bir yer bulunur mu?”, “Ah, Şükriye Hanım, işte bu
zor bir mesele. Sadece nöbetçi makinistlerin kaldığı, lojman gibi yatılı bir yerimiz var, orası da çok
kalabalık zaten!”, “Olsun, hiç sorun değil, sadece bir yatak lazım. O kadarı da bulunur herhalde?”, “Eh ne        yapalım, madem sizin için bu kadar önemli, yapacak bir şey yok. Gelince gönderirsiniz bana.”, “E, şey,
aşağıda…”, “Ne çabuk! Peki, gönderin de bi bakayım.”, “Çok teşekkürler!”

“Mehmet, Mehmet, kalk toparlan çabuk, Müdür Bey’e çıkacaksın.”, “Niye ki tizem? Suçum ne? “Yok
evladım, ne suçu? Paldır güldür giderken anlatmayı unuttum. Müdür Bey ile konuştum, çırağım
olacaksın.”, “Çıragin mi? Hele sen camci misen?”, “Eh, sen de haklısın, bir bakıma öyle. Neyse, hadi
çabuk, Müdür Bey’i bekletme. Kalacak yer ayarlayacak sana. Haa, bu arada eskiden tanıyorum, askere
gitmişti, yeni geldi dedim, bozuntuya verme, e mi?”

Mehmet baka kalmıştı. “E, hadi ne duruyorsun?”, “He, di mi ya; ne bilem tizem, şaştım bu işe. Seni Allah
mı gönderdi ne? Hele ver, elini öpem!”, “Tamam, tamam; şimdi sırası değil, öpersin sonra, bir an önce
koş, yetiş, mesai bitmek üzere, nasıl olsa biz gece yarısına kadar buradayız. Merdivenlerden çık, kime
sorsan gösterir.”

Döndüğünde yüzü heyecandan kireç gibiydi. O kara Mehmet gitmiş, yerine ak Mehmet gelmişti sanki.
“Tamam mı?” Sadece başını sallayabildi. “Hadi o zaman, git hemen yerini bul, kurtul şu bavuldan. Önlük
verin Arkadaşlar! Gelirken giyersin, hemen işe koyuluruz.”

Mehmet bavuluna hamle yapınca kapağı açıldığı gibi içindekiler yere saçıldı. Ayaklarının dibinde bir
fotoğraf duruyordu; siyah-beyaz. Eğilip aldı. Güzel mi güzel, iki yanında örülü saçları, yemenili bir köylü
kızı… “Şürkiye bu mu?” Konuşmadı yine Mehmet… Başını sallayıp uzaklaştı.

Şükriye ile Şürkiye baş başa kalmışlardı. Biri yavrusuz, biri yavuklusuz…