Kepenk sesini duyduğunda el yordamıyla battaniyesini çekiştiriyordu, birazcık daha.
Hicran abla kancalı çubuğa olanca gücüyle asılsa da küflü kepengin gıcırtısında İsabey Camisinin güzelim sâbâ makamı kim vurduya gitti. Kemiklerini saran pembe beyaz derisi olmasa dağılıverecekmiş gibi durur, az konuşur, halden anlardı. Dükkânın kırmızı telefonu; mahallenin irtibat bürosu, haber verilen komşuyu bekleyen açık ahizesinden yayılansa veresiye defterinin anlık ahvaliydi. Sayacı Bahri’nin ortancası, yüzünü yerden kaldırmadan yüklendiği dört ekmekle giderken deftere iki çarpı daha atan Hicran ablanın sesi bazen Mersinlide piko atölyelerinde ya da İkinci Beylerde doktor muayenehanelerinde yankılanırdı. ‘Haftalığını Trencinin kahveye sıvayacağına arada bir bize uğrasın baban!’ Mahalleye taşındığı gün üç parça eşyasını bakkalın önünde eğleşenler omuzlamıştı. Biraz sağa sola bakınınca, elleri ceplerinde dolananların yüksünmeden her işin ucundan tuttuklarını gördü. Gazetelerle eklerini birleştirmeyi kendinin saydı. Gün aşırı.
Gittiğinde gazeteleri döner rafa diziyordu Hicran abla, ‘Bugün geç kaldın,’ dediğinde omzunu silkiverdi. Çomaktan insanın arandığı bu saatlerde dükkânda iş mi yok! Fırıncı yine uyumuş, kapıya bıraktığı ekmekler dolaba dizilecek, akşamları içeri çekilen patates soğan kasaları da ayakaltında. Sütçü kaldırıma yanaştı, boş güğümleri ister ille. Kamyonetin kapısını bir kere açıyormuş, zamandan tasarrufmuş.
Eve dönerken titriyordu, Yeni Asır ve not defteriyle yeniden yatağına sokuldu. Eleman arayanlar sayfasını sol üstten başlayarak satır satır taradı. Telefona bakacak bayan ilanlarından dört yüzlü numaraları alt alta kaydetti. Cuma gününden kalan altı iyice çizilmiş iki adresi de. İlanda direkt adres verenlere ayrıca teşekkür ediyordu, içinden yüksek sesle.
Bir parça somuna pul biberli lor peynirini doldurdu, okumak üzere ayırdığı gazete parçasına sarıp defterinin yanına yerleştirdi. Hazırda olan acı biber torbasına iki de yemiş sıkıştırdı. Kerpiç evin penceresinde çiçeklerini nazlanarak döken yılbaşına gülümsedi.
Haftanın ilk gününde istifini hiç bozmadan, yüzünü düşürmeyecek, basılmadık taş bırakmayacaktı bu şehirde. Kapıdan adımını attığında ilk gördüğü, davula dönmüş* çamaşırlar olsa da.
Omuzlarında kırçıllı şalı, gazetesini koltuğuna kıstırıp caddenin sonundaki postane binasına yollandı.
‘Kışın ortasında kuş gibi avlayacaklar seni! Simitçilerin biri gidiyor biri geliyor mahalleye, üstün başın düzgün olmalı,’ demişti teyzesi. Kuyumcuda bozdurdukları alyansı Mantocular çarşısında; kuşaklı duman rengi kadife mantoyla, kahverengi çizmelere yetmiş, üstüne bir de pide yemişlerdi. Aile salonumuz vardır yazısının gösterdiği dik merdivenlerin sonunda Kadifekale’yi gören pencereler. Boylu boyunca sabitlenmiş daracık mermere serilen saman kâğıtlar üzerinde tek kıymalı yumurtalı. Ayran içmiş miydi, içseydi hatırlardı. Çizmenin sağ koncunun darlığını o günde fark etmişti, ‘Kusuru olmasa üç kuruşa verirler mi güzelim deriyi?’ diye konuşmuşlardı aralarında. ‘Sen biliyorsun sadece! Giyildikçe açılır, çamurun göbeğine bassan bana mısın demez, kauçuk tabanlı evladiyelik.’
Postaneyi çepeçevre saran telefon kulübelerinin önünden geçti. O konuşacak olursa, yola en uzak olanları kolluyordu. Geçen araçların gürültüsünde duyamadığını uydurmamak için. Konuşması biten bir kadının ahizeyi yerine koyarken jeton kutusunu yokladığını görünce eli gayri ihtiyari cebine gitti. İki küçük jetonu yerinde.
Koli servisi her zamanki gibi sıcak ve sakin. Altın rehberin durduğu bankoya yürüdü. Rehberin ipinin yetişebildiği koltuk onu bekliyor gibi. Geçen hafta ‘Koca binaya rehber dayanmıyor, uçuyor mübarekler!’ diye söylenerek rehberi bağlayan memurenin sesini içerden gelen gülüşmelerin arasından seçti.
Bugün işler yolunda gidecek beklentisini yere düşürmeden, az biraz umuda benzer bir ürpertiyle meslekler bölümünü buldu. Avukatlar. Bazıları çerçevelenmiş. Nedeni bilmece değil. Sarı sayfalara sıralanmış numaralardan dört yüz seksen dokuzla başlayanları gazete ilanlarıyla karşılaştıracak. Adını adresini bulduklarının doğrudan kapısını çalacak. Hem görüşecekler hem de jeton harcamayacak. Defterindeki notlar onun için çalışacağı iş, ödeyeceği kira, ekmek parası ihtimali.
Saat kulesinden Kemeraltı’na girişin bir yanında Vilayet binası, karşısında Adliyenin de bulunduğu SSK İşhanları. Denizin karşısında üç blok: Büroların denizi gören tarafına yerleştirilen geniş masalarda siyah deri sümen takımı, önünde iki koltuk. Duvarda diploma. Sabahtan duruşmalar ardı ardına. Görüşmeler öğleden sonraları.
Muhasebe bilginiz var mı sorusuna ‘evet’ cevabı şartmış. Arkadaşı tembihledi. ‘Yüzün falan da kızarmasın.’ Akşamları ön muhasebe terimlerinin üstünden geçiyorlar, işletme defteri tutmayı öğreniyor. İdarelik. Hele bir iş bulsun! İlk haftalıkla Sönmez Daktilo Sekreterlik Kurslarının akşam muhasebe sınıflarına yazılacak. Derslerin başlama saati altı. Saat kulesinden Çankaya’ya koşsa ne kadar sürer? Balık Hali’nin ara sokakları o saatlerde kalabalıktır. Kendini paralasa yetişebilir mi?
Öğleden sonrayı beklerken adresi verilen yere gitmeli. Çankaya itfaiyenin karşı sokağı yazıyordu. Önce dolmuş durakları. Gültepe. Buca. Mehtap mahallesi. Muavinlerden biri sıtma görmemiş sesiyle Güllütepe, Bülbüllütepe! Kalkıyor!’ diye bağırırken eliyle az ilerdeki kalabalığı gösteriyor.
Ense tıraşı uzayan, tepesi açılmış, Fenerli atkılılar, sigara külünü alışkın parmaklarıyla silkenler, sıvası kabarmış kirli suratlı binaya bakıyorlar. Biri yüksek sesle şehir adlarını sıralıyor. Her seferinde kalabalıkta bir dalgalanma. Aralardan ilerlerken söylediler: Kamyoncular çarşısıymış. Mal getirmişler, dönüşe mal arıyorlarmış. Tavanda sallanan ampulün fersiz ışığında koridorun sonunu işaret ettiler.
Dükkân neredeyse tek masalık. Tığ burunlu, köstekli saatli adam konuştukça dudaklarının yerine çekilmiş çizgi açılıp kapanıyor. Çalışma saatleri dokuz-altı. Masa silinecek. Süpürge kapının yanında. Bakılacak telefon masanın üstünde. Söyleyecek söz bitti. Basık odayı kursa yakınlığından ötürü sağından solundan iterek genişletmeye çalıştı. Kapıdan çıktın. Uçtun. Kurstasın. Dört ay şunun şurasında. Taş olsa yutulur!
Sonra adam diyafona uzanıp çay söyledi. ‘Telefonunu bırak, haber veririm,’ diye ekledi. ‘Hicran abla, mahalle bakkalıdır, numarası…’ duraksadı. Adamın gözleri üstünde. ‘Aslında…’ ‘Bu kadarcık yerde ihtiyaç yok, görüyorsun.’ ‘Önceki kızın önümüzdeki hafta düğünü olacak. Nişanlısı sordu, Evlatlarımda leke vardır, kız da yoktur.’ ‘Kur’an üstüne yeminle, dedim.’ ‘Bozmadım.’ ‘Sen, dedi. Temiz birine benziyorsun. Arkadaş arıyorum yani.’
İlanda doğrudan adres verenlere içinden ettiği teşekkürü geri alıp üstünde tepindi. Isıtmayan güneşte Konak’a yürürken duyanın kanını donduracak listeler yaptı. Hıncını alamadı yırttı sonra. Adamı derdinden asacaktı.