Çocukluğum daha 15’inde ayrıldı benden. Dünyama ne olduğunu soruyorum. Tek bildiğim “kendi yaramı kendim sardığım.” Hiç bitmeyen bir yoldu bu. Sonsuzluk gibi. Birden önüme çıkan, elimden kayan umutlarım… Sımsıkı kapatılmış bir pencerenin ardından içeriye ışık sızmasın istiyorum. Suskunluğumun sarmaladığı yüreğim bir barınak arıyor.  Beni azat etsin varoluşum. İşte yeniden başladı sessiz gürültü…. Dalgalara benzetiyorum onu. Hırçın ve çok köpüren suların coşması; ne varsa gerile gerile her şeyi içine alması. Ardından kıyıya ait yosunların keskin kokusunun genzimi yakması gibi… Zihnim körleşmiş. Düşlerimin arasında yitmek istiyorum. Yağmur yağıyor. Ada vapurundayım. Gökyüzünde, uzaktan duyulan hafif uğultu; bastıran karanlık uykumu getiriyor. Yorgunum. Midem de ağrıyor. Kafam kazan gibi. Dün geceden armağan bana. Evlilik yıldönümümüzdü. Tam 16 yıl. 

Teslime hazır ruhum, bir tutsaklığın ürkekliğinde hala. Geçmiş hatırlatıyor… 15’inde küçük bir kız. Dışarıda kartopu oynuyor. Geleceği ne görebilen ne kavrayabilen; yönsüz, sadece masum bir çocuk… Mahallede birkaç kişinin “bak kocan geliyor, ona fırlat kartopunu” diyen boğuk sesler yankılanıyor kulaklarımda. Uzaklıkları yakın eden çaresiz bir kaderdi benim hayatım. Duruk, söz dinleyen, ezgin. Bir baba katliamı aynı zamanda. Solgun yüzüm geminin loş ışığında tanımadığım onca insan arasında geçmişiyle yüzleşiyor, sanki bir dağınıklığı toplarcasına. Bir zamanlar üvey annemin öfkeli ulumalarında ve benim için tasarladığı yaşamıma gözlerini yummuş babamın gidişimi zafer edasıyla kabullenmiş halini düşünüyorum. Görücü usulü evliliğime onlar karar vermişti. Yakışıklı ve parası vardı. Kadınlar eşimden daima hoşlandılar. Yüzüme kapanan baba evi, rüzgâr gibi hayatıma giren bu adamın öfke soluyan hali… Bir çocuğun bayramlarını elinden almışlardı. Eğitimliydi. Aramızdaki kültür farkı, yaşla birlikte tanımsız, geçitsizdi. Tek avuntum dışarıdan liseyi bana bitirtmiş olmasıydı. Üniversite ise hayal oldu elbet. İlk gece kabustu. İlişkiye girmek istememiş, çok korkmuştum. İkinci gece tehdit, tokatla sahip olmuştu bana. Bir de canavarca öpmüştü beni. Kımıltısız öylece durmuştum. O ilk öpücüğün dudaklarımda yarattığı hasarı unutamam. Titreşen morarmış dudağım, anason tadını ilk o an tatmıştı. Zamanla alkolün beni de ele geçireceğini bilemezdim. Giderek o acımasız yüreği barınak yapmıştım, saklamıyordum kendimi. Bir yere ait olmanın yoksunluğunda, öyle ya da böyle, sığınma arayışı içinde yaslandım ona. Bana vurmaya başladığı an içimde umut ölmüştü.  Çocuğumuz olmadı. Ailesi beni hiçbir zaman benimsemedi zaten. Yine de bazen aralarındayım izlenimini hissettirirlerdi. Aile içinde bir tek büyük dayı dedikleri adam beni dinler, insanca yaklaşırdı. Onu bile yakıştırdılar bana.  Çirkin ithamlarla sarsılan büyük dayı bir süre sonra uzaklaşmıştı benden. Nasıl yaşamalı gözden ve gönülden düşmüşken? Devam etmek, onaylarını almak… Bu koşullarda “beni duy” demek çok zordu. Hep eksik olacaktım eşime. Kitaplar bir limandı benim için. Okuduğum şeyler, olmak istediğim karakterler, gitmek istediğim yerlerdi.

 Bir gün aldatıldığımı öğrendim. Yüreğime bir perde inmişti sanki. Benim yaşlarımda çekici bir kızdı. Kıskandığımdan değil ama ona karşı bayağı nazikti. Bize sık sık gelirdi. Çalışma odasına girdiklerinde rahatsız etmememi söylerdi. Aslında içimde öleni diriltmişti bu davranışı. Beni hiçleştiren aldırmazlık kadınlık gururumu kırmıştı. Bir kriz nöbetinden sonra yine dayağını yemiş, oturmuştum.  Hâlâ bana dokunuyor, zorla beraber oluyordu. Açık cezaevi dedikleri böyle bir şeydi sanırım. 

Ehliyet kursunda tanıştığım bir kız arkadaşım vardı. Hayata daha iyimser gözlerle bakmamı sağlayan, sinik halimin tek dostuydu. Bir öğle üzeri pastanede buluşmuştuk. Dolu dolu yaşamın her ne olursa olsun bizden neler istediklerinden bahsedip, okuduğumuz kitaplardan alıntılar paylaşmış, ertesi günü gideceğimiz tiyatro oyunu için sözleşmiştik. Akşam eve mutlu dönmüş, güzel bir sofra hazırlamıştım. Ancak o alkolün dozunu kaçırmış bir halde girmişti kapıdan. –Sofra hazır, sana anlatacaklarım var- demiştim. Dudaklarından öpmüş, -hoş geldin- dediğim anda ne olduğunu anlayamadan; hiddetle üzerime atılmıştı. Karşı duvarda büyükçe bir şömine vardı. Hızlıca gelip başımı şöminenin köşesine vurmuş, yere diz çökmemi istemişti. Yüzüne bakamıyordum. Soğuran bakışlarını üzerimde gezdirirken; niçin bu kadar mutlu olduğumu sorup duruyordu. Söylediği şeyler kuru odun alevi gibi parlıyordu sanki yanmamış şöminede. Şaşkın ve titriyordum. Bir başkası var diyordu. Gençmişim, güzelmişim, işi biliyormuşum gibilerinden basit kelimeleri arka akaya sıralıyordu.- Beni hiç sevmedin- dedi. Kahkahaları ve iniltileriyle soyduğu vücudumun her bir yerini ısırarak emiyor, sonra da çıplak etime vurdukça vuruyordu. Zamanla duyduğum acı yerini onun gibi attığı kahkahalara ya da alkole bıraktı. Kimi kez rüyalarımda garip garip şeyler görürdüm. Mesela bir tabutun içinde ellerim ojeli, yüzümde abartılı bir makyaj; başımda gelin duvağı… Eşim ve metresleri gülerek beni uğurlamaya gelmiş olurlardı. İki gün sonra 16. yılımız için bir kutlama planlanmıştı. En yakın arkadaşları ile yemeğe çıkacaktık. Ne kadın ne de adamı severdim. Çünkü vefat eden eşini çok severlermiş. Onlar da beni hor görürlerdi. Birlikte geçirilen vakitlerde karşılıklı rol yapıyorduk o kadar. Asansörden inerken yaklaşıp saçlarımdan öpmüştü. Saçlarımın dibi ağrıyordu. Alışmıştım şiddetine. Daha iki gün önce teslim aldığı bedenime işkence etmiş, sesinin son perdesine değin aşağılanmıştım sözleriyle. İçimde hiçleşmenin sancısı… Kopamadım, kurtulamadım. Varsın yol çileli olsun. Rakıyı yudumlarken; çürümenin, masumiyetin tezatlığını unutup çözülmenin keyfine varacaktım nasıl olsa. Yüzümü masadakilere dönüp yitirileni keşfedemeyen yapmacık insanlara nafile bakışlar atacaktım. Çok mutluymuşum gibi… Eğilip kulağıma –seni nasıl hissediyorum – demişti. Gözlerim alkolün de etkisiyle bulanıktı. Yıllarca ondan emin olamadan, bağışlayışlarımla hapsolmuşdum isterikliğine. Sağır, değersiz bir mevsimdim onun için. Garson masada pastamızı getirmişti. Düğüm atılan bu çıkmazda ne ara neşeyle mumlarımızı üfleyecektik? Karşımdaki çifte baktım. Gücümü tüketiyorlardı. 16 yıla özgü ne vardı? Kanımda kuruyarak büzüşmüş nefret vardı. Şampanya geldi bir de… İçimde ölçüsüz bir asilik hâkim. Sarhoştum. Beynim patlamaya hazırdı. Işıklar gözümü kamaştırıyor, midem bulanıyordu. Ani bir refleksle pastanın üzerine kustum. Üstüne de gülme krizine yakalandım. Gece bitiminde sürüklene sürüklene çıkmıştım merdivenlerden eve. O asansörle çıkmıştı. Lanetlenmiştim. İlk defa korkmuyordum ki… Katlanma gücümün sınırlarına dayandığım için artık yok olabilirdim. Sular seller gibi akan gözyaşlarımı da çekip alacağım ruhundan. Dilim kıpırtısız. Mutfağa yöneliyorum. Elimde parlayan bıçağa son kez bakıyorum. Kalbini söküp çıkarmak istiyorum. Yapamadım. Mutfakta sızmışım. Hala iyi bir insan mıyım, suç işledim mi diye ellerimi yokluyorum ertesi sabah. Erken çıkıp gitmiş evden. Bana ilk kez dokunmamış, dövmemişti. Kendime inanıyordum artık. Oyun kazanılmış ve bitmişti. Nefesimi düzene sokup sakinleştiğim anda o evden bir daha dönmemecesine çıktım.

Çocukluğumun yurdunda, düşlerimin adasına yol alıyorum şimdi. Çırpındıkça battığımı anlayamadığım; yanıtlarını çok geç bulduğum kendimden kopuşları terk ediyorum. Ezberlediğim kırılganlığımla hesaplaşıyorum vapurda. Bu kurşun rengi deniz, benim yol arkadaşım, suç ortağım. Çünkü her daim usuldu gözlerimdeki derinlik…