İlk defa omuzlarda taşındı, hem de bembeyaz elbiseler içinde. Herkes önünde saygıyla el pençe divan durdu. Yaşasaydı, kendisiyle gurur duyardı. Artık o, tanımadıklarının bile iyi bildiği bir adamdı. İmam üzerine basa basa üç defa sordu. Nasıl bilirdiniz? Üçüncüsünde, bu son şansınız dermiş gibi bir ima da vardı sanki.  Ama herkes ağız birliği etmişçesine aynı şeyi tekrarladı. İyi bilirdik. Nerden bilirlerse. Aslında hakları da vardı. Kendi tabiriyle iyi olamayacak kadar kötü, kötü olamayacak kadar da iyi biriydi o. Ama daha çok iyiydi, kötü olmak için korkuları çok ve cesareti yoktu. Bana gelince… Daha cesurum galiba.

Bir yandan da düşünüyorum, bu olanları görse belki biraz kızardı da. Saygı görmem için ölmemi mi beklediniz diye çıkışabilirdi insanlara. Çünkü belli etmese de, saygı görmek için çok bekledi. Ama bunun için ne parası, ne iyi bir işi, ne de insanların çekineceği bir kişiliği vardı. Aslında hayatı beklemekle geçti diyebilirim. Bununla birlikte iki şeyi beklemediğine eminim…

Üç hafta önce gömdük onu. Aile kabristanında isimsiz bir mezarda yatıyor şimdi. Ne kadar garip, yaşarken bir arada olmayı beceremeyen akrabalar ölünce kuzu kuzu yan yana uzanıveriyorlar. Kabristan! Ülke ismi gibi. Nerelisin hemşerim? Kabristanlıyım. Çok güzel memleket, Kabristanlıları severim. İyi, zararsız insanlardır; pek efendi olurlar. Peki, Kabristan’ın neresindensin? Tahtalı. Oooo, bizim emmoğlu Beşir var Tahtalı’da, bildin mi? Bilmem mi, benim komşum ya! Yalnız size çok sövüyor haberiniz olsun. Niye ki? Gelip gitmiyormuşsunuz, hayrına bir tas su veren, bir Fatiha, Yasin okuyan yokmuş. Bir de mezarın mermerinde ucuza kaçmışsınız, dökülüyormuş her yanı…

Mezarın yapılması için toprağın çökmesi gerekiyormuş. Üzerine yağmur falan yağacakmış ve zamanla toprak tüm boşlukları dolduracakmış. Ardından mermerden bir gövde, üzerinde kuşların su içeceği küçük bir yalak. Toprağının üzerinde birkaç tutam lavanta. Sonrası ıssızlık, sessizlik. Arada gönderilen birkaç selamla Fatiha. Yani büyük bir terk edilmişlik. Artık bir mezardan ibaret olacak; gün geçtikçe yüzü unutulacak ve geriye sadece adı kalacak, biraz da yaptıkları ve yapamadıkları. Aynı soyadını taşıdığı bir grup ölüyle çürüyüp toprağa karışacak…

Beraber büyüdük biz onunla. Kardeş gibiydik. Aynı yollarda yürüdük, aynı boş arsalarda bilye yuvarlayıp top kovaladık, aynı ağaçtan erik yolduk, aynı elden tokat yedik, aynı cama taş attık, aynı ağızdan azar işittik, aynı şarkıları söyledik, aynı tasa kaşık salladık, aynı duvarın dibine çöğdürdük, aynı okula gittik… Bu kadar aynılarımıza rağmen farklıydık. Ortak paydalı, ancak payları farklı basit kesirlerdik. Ya da onun gibi bir şey işte. 

Ben büyümeyi pek istemezdim. Çocuk kalmayı arzulardım hep. O ise ısrarla bekledi büyümeyi. Beklediğine değdi, büyüdü sonunda ama beklentileri gerçekleşmedikçe de küçüldü günden güne. Çocuklaştı, gerçekleri yok saydığı bir hayal dünyasına attı kendini. Hani şu kötülerin kaybettiği iyilerinse kazandığı sözde dünyaya. Ama yarattığı bu ütopyanın tek gerçeği kendisiydi; sancıları ve acılarıyla. En büyük problemi çok düşünmekti bence. 

Güzel konuşurdu, hatta güzel şeyler de yazardı. Öyküler, denemeler falan işte. Hatta bazen o kadar iyi cümleler kurardı ki, insanların durumlarında ya da sosyal medya hesaplarında paylaştığı ünlü şair ve yazarların aforizmalarıyla yarışabilirdi. Ama kimse onları kullanmazdı. Çünkü sözleri güzel olsa da kendisi ünlü değildi. Birkaç kez söyledim ona, bu yazdıklarını bastıralım diye. Ama o yine bekledi. Zamanı varmış. Şimdi yazdıkları bende, bana bırakmış. Bir de günlüğü var, şu an elimde. Yazdıklarının bazıları, günlük içerisinde olsalar bile bir güne ait olamayacak kadar güzeller. Mesela 26.04.2019 tarihli şu pasaj: 

İnsanlar birbirleriyle görüşmek için zamanlarının olmadığını iddia ediyordu; hatta kardeşler bile. Zamansa şaşkın, herkese yetmeye çalışıyordu. Sonunda o da yoruldu; hep vermekten, sürekli kullanılmaktan. Ve bir gün olan oldu. Tüm birikimiyle dünyanın görebileceği en iyi arabayı alan zaman, kimseye yüz vermeden, el kaldıranlara durmadan ve hatta sağa sola su sıçrataraktan caddelerden ve sokaklardan hızla geçip gitti. İnsanlar zamanın arkasından “Yavaş ulan!” diye sövmeye başladılar. Hatta onu durdurmaya çalışanlar da oldu ancak zaman onları ezip geçti. Bazılarıysa üzerlerine gelen zamanı gördüklerinde çok geç kalmışlardı; kocaman açılmış gözleri ve sararmış yüzleriyle zamanın sürdüğü arabanın yolcu koltuğunda oturan ölüme bakakaldılar…

Çok az görüşüyorduk son yıllarda, ayrı şehirlerdeydik zaten. Hastaymış. Lenf kanseri. Ciddi seyreden bir formu. Geç haberim oldu. Onun daha fazla nedeni olsa da, görüşmemek çokça benim tercihimdi. En büyük sebebiyse şairin dediğinde gizliydi: Parkta salıncak sırası bekleyen çocuk gibi bekledi birini; biraz heyecan, biraz da salıncağı başkası kapacak korkusuyla. Beklediği gerçekleşmese de korkusu gerçekleşti. Salıncağı başkası kaptı. Ben. Beklemediği şeylerden ilki buydu işte… Evlendim o salıncakla, mutlu sallanışlarımın olduğunu inkâr edemem ancak hiçbir zaman onun kadar istemedim o salıncağı. O daha çok istedi diye kaptım belki de. Tıpkı savcı olmayı istemediğim gibi. 

Hastalığı son dönemlerde ağırlaşmış. Tedaviyi reddetmiş. Çünkü tedaviler mutlak sonu değiştirmek yerine sadece biraz geciktirecekmiş. Evet, çok iyi biliyorum ölüme kendisi gitti. İşte bu da beklemediği şeylerin ikincisiydi, beklemedi ölümü. Galiba bunu sadece ben biliyorum. Günlüğündeki şu not da bunun kanıtı gibi: 

Öbür tarafa geçmek için yeşil ışığın yanmasını bekliyordum. Ölüm karşımdaydı. Görüyorduk birbirimizi. Anlatıldığı gibi ne korkunçtu, ne de yüzü soğuktu. Sanki yıllardır tanıyorduk birbirimizi. Sabırsızlanıyordum karşıya geçmek için, yeşil ışık bir türlü yanmak bilmiyordu. Anladı ne yapacağımı, el edip bekle dedi. Işıkları gösterdi. Hayır anlamında kafamı salladım, daha fazla bekleyemeyeceğimi biliyordum. Geçtim karşıya ve sarıldım ölüme sıkı sıkıya…

Ölmeden bir gün önce beni aradı. Veda eder gibi. Beni sevdiğini ve her şey için teşekkür ettiğini söyledi. Keşke beni lanetleseydi, daha iyi hissederdim kendimi şimdi. Biz aynı anne babanın çocuklarıydık. Kardeştik yani. Ama daha önce de dediğim gibi, daha çok kardeş gibiydik. Kan bağı olmayanlar için yakınlık, bizim içinse uzaklığın ifadesi. Aslında ben onun için üretilmiş bir yedek parçayım. Abim nadir görülen bir kemik iliği hastalığıyla doğduğunda, onun tedavisi için yapılmış bir tüp bebeğim. O benim varoluş sebebim. O olmasa ben, ben olmasam da o olmayacaktı. Aslında biz iki kişi değiliz…

Onun yerinde olmayı hiç istemedim çünkü onun yerinde olmak zordu ama o olmayı hep istedim. Karmaşık biraz değil mi? İtiraf etmek canımı yaksa da belki tüm çabam o olabilmekti. Bu yüzden sevdiği kadınla evlendim, idealindeki mesleği seçtim. Ve şimdi de onun yazdıklarını kendi adımla bastıracağım. Yazar olacağım. Onun isteyip de yapamadığı şeyleri gerçekleştireceğim. O bende yaşayacak, bense onda öleceğim. Bakalım, bir ölüyle bir dirinin toplamından ortaya güzel bir öykü çıkacak mı? Ve kim ölü kim diri anlayan olacak mı?