Evler birbirinin aynı. Zalim bir mimarın kana bulanmış eliyle çizilmiş ortak kader projeleri sanki. Yakılmış, yıkılmış, yağmalanmış hepsi. Baykuşlar tünemiş harabe duvar yükseltileri üstüne. Kimi yuvaların yangını üstünü kapatan kara rağmen küllenmemiş hâlâ acı dumanlar çıkıyor enkazlarından. Ormanlarda, bahçelerde için için yanan yaş ağaçların yürek dağlayan cızırtısı ve köyü iki yakaya ayıran TerTer Çayının hazin şırıltısı dışında bir ölüm sessizliği çökmüş etrafa adeta. Uzun ve kanlı bir KARABAĞ savaşı ezip geçmiş anılarımdaki saklı cennetin -Kılınçlı köyünün- üstünden. Bırakıp gitmek zorunda kaldığım köyümden eser kalmamış.
Eski uygarlıklardan kalmış gibi görünen harabe köyün yıkıntıları arasında dolaşıyorum gözümde yaşlar. İçinde dünyaya göz açtığım, yedi yaşıma kadar büyüyüp barındığım Şirin Kasrı’nı arıyorum deliler gibi. Annem, evinin bahçesinden bir avuç topak vasiyet etmişti son nefesinde. Ona verdiğim sözü tutmanın zamanı geldi, geç olsa da… Gurbetteki mezarına yurt toprağı serpeceğim ruhun şenlensin, annem!
Düşmanın, ölüm tohumu mayınlar ektiği kıvrımlı yokuş yollarda, patikalarda ilerlemek tehlikeli ve de zor. Yukarıda Allaha, aşağıda elimdeki mayın tarama dedektörüne güvenerek yokuş yukarı tırmanıyorum adım adım. Şiş kafasını pamuksu bulutlara gömmüş Gök Dağ’a vardım mı evimi buldum demektir. Uzun zamana rağmen dün gibi kalmış hafızamda. Sırtını Gök Dağ’a dayamıştı evimiz. Yurdun zengin oksijenini soluyan ciğerlerimde bayram havası esse de, ağzımdan dolan soğuk kar ayazı iki tarafı keskin bıçak gibi buruluyor göğüs kafesimde. Azıcık duraksayıp son düğmesini de ilikliyorum asker kabanımın. Yokuş beni epey yoruyor. Kar toplayıp ağırlaşan postallarım da geciktiriyor hızımı. Çabuk yoruldum diye kendi kendime sitem ederek mırıldandığım anda, bir çocuk çıkıveriyor kömürleşen gövdelerine rağmen ulu ağaçları yıkılmayan ormanlıktan. Üstündeki lacivert kazak çekiyor dikkatimi ilk önce. Eteğinde sapsarı göllenmiş soba yanığı lekesi. Uzun ince bacaklarında gri kumaş pantolon. Dizleri çıkmış. Siyah lastik ayakkabılarıyla yumuşak kar üstünde izler bırakarak yanıma yaklaşıyor koşar adım. Korkuyorum mayına basacak diye. Martı kanadı kaşlarının, kara kıvrımlı kirpiklerinin üstüne karlar konmuş yıldız desenli. Soğuktan ucu kızarmış burnunun kemerinde yara izi. Gayri ihtiyari yüzümde gezdiriyorum elimi. Beni yirmi yedi yıl geriye götüren ince bir sızı geçiyor burnumdaki küçük kesik yerinden. Gözlerime dolan yaşlardan ıpıslak olan anılar üşüşüyor başıma. “Babam kolumdan tutmuş. İçinde komşu kadınların, çocukların ve annemin de bulunduğu tahta kasalı göç arabasına götürüyor beni. Sen gelmesen gitmem diye direniyorum babama. Kolumu, elinden kurtarıp yokuş aşağı koşarken ayağıma takılan bir taştan sebep yüz üstü düşmüş vaziyette yerde buluyorum kendimi. Yola atılmış eski bir teneke kapağı kesiyor burnumu. Kan revan içinde kalıyor yüzüm. Anam başındaki tülbentin kenarından yırtıp uzatıyor babama. Bez şeridini altından çakmakla tutuşturan babam, hızla yukarı tırmanan alevlerin arkasında bıraktığı külleri avcuna toplayıp bastırıyor yarama. Canım yanıyor… Evimizi yaparken, babamın iki parmağını demir doğrama makinesine kaptırdığı sol eli başımı okşuyor şefkatle. Kadifemsi sesi titrek ve buğulu. Ağlama Serhat’ım diyor, birkaç güne kalmaz gelip sizi getireceğim zaten.”
O birkaç güne nice kasvetli aylar, yıllar ekleniyor bir an önce bitip tükenmesini dilediğim. Ne biz geri dönüyoruz, ne de babam geliyor. Bir mezarı olsaydı keşke taşına sarılıp sevincimi, kederimi paylaşabileceğim dediğimde, her defasında susturuyordu beni annem. Derdi ki kayıplar ölmez, oğlum. Her kapı çaldığında, her adım sesinde yüreğin hoplar, geldi sanırsın için umut dolar. Son nefesine dek umudunu yitirmedi annem. Islak mavi gözleri kapanana kadar bekledi durdu babamı.
Peş peşe patlayan mayınların gürültülü sesleriyle dönüyorum içinde bulunduğum zamana. Kana susamış tuzakları imha ediyor askerler. Dağlar yarılıyor sanki. Sesten, gürültüden korkan çocuk kendi ayak izlerini daha da belirginleştirerek kaçıveriyor ormanlığa doğru. Yassı yuvarlak başı toprağa eğik mayın aramakta olan dedektörü sapından ortalayarak kavrayıp ardı sıra koşuyorum çocuğun. Ne sırtımdaki kurşun yükü çantam, ne de kardan – çamurdan ağırlaşmış postallarım kesebiliyor hızımı. Masumiyetimin ayak izlerini sürerek Gök Dağ’a doğru yokuş yukarı kamçılamışım çocukluğumun kamıştan atını ya! İlerledikçe evime götüren orman çığırı kıvrım kıvrım canlanıyor zihnimde. Dağın eteklerine yaklaştıkça esen yeller sıcak ekmek kokularıyla karşılıyorlar beni. Tandırımız bereketlenmiş, ellerine sağlık anacımın.
Heyecanla selamlıyorum kiremit çatısına karlar birikmiş Şirin Kasrı’nın dumanı tüten sıcak bacasını. Babamın usta elleriyle kaya taşlarını yontup şekillendirerek ördüğü duvarlarını, anamın içten, ilmek ilmek dokuduğu halılara sardığı evimiz adına yakışır ihtişamıyla sapasağlam duruyor yerinde. Tek taşını bile yerinden oynatamamış hoyrat eller.
Gönlümün görmek istedikleriyle sevinç çığlıkları atarken, neden gerçekleri gösterme gereğinde bulundu ki gözlerim. İki katlı kasır, hayallerime karışıp tuzla buz oluveriyor aniden. Yüreğime saplanıyor hayal kırıklığı. Parçaları, teneke kapağından daha acıtarak kesip biçiyor umutlarımı. Çocukluğum da kayboluverince ortalıktan baş başa kalıyorum acı gerçeklerle.
Annemin adını duvara örmüştü babam. Ş ve N harflerinin arasındaki harap boşluktan geçerek salon diye tahmin ettiğim yıkık duvarlarla çevrili geniş bir alana giriyorum. Alan geniş ama adım atacak yer yok. İkinci kat çatısıyla birlikte alt katın üstüne yıkılmış. Bir zamanlar bahar desenli elişi halılarla süslü duvarlarda simsiyah yapışkan düşman izleri. İs lekesi. Namerdin yüz karası. Sancılı inlemelerini duyabiliyorum evimizin. Kolay değil, koynunda yılanlar yuvalanmış tam yirmi yedi sene boyunca. Her tarafta ağu kokusu…
Arkamı yıkıntılara dönüp çıkıyorum bahçeye. Hazan vurmuş desem sonbahara haksızlık! Bu nasıl bir hüsrana uğramışlık ya Rabbi! İfade etmeğe dilim dönmüyor. Viran bahçede katledilmiş cansız ağaç ölüleri. Kimi yaşlı, kimi genç. Elmalar, armutlar, cevizler, fındıklar, kızılcıklar, kirazlar. Budanmış gövdeleri ve üstünde tek tük kalmış kızıl yapraklı dallarıyla kar üstüne serilmişler boylu boyuna. Birkaç kahverengi sincap uzun tüylü kuyruklarını arkalarından sürükleye sürükleye ölmüş ağaçları yeniden diriltip ayağa dikeceklermiş gibi, zıplayıp duruyorlar toprağa düşmüş cansız dalların üstünde. Altında durduğum demir çardağa koyu kahverengi kollarıyla sarılan asma dallarının kesik yaralarında pınarlar oluşmuş sanki. Elime damlayan özsuları gözyaşı berraklığında. Hainlerin kırıp geçirdiği yaşama ağlıyordur sanki yaşlı asma kütüğü.
Karmakarışık duygular içinde çöküyorum onca sene, onca acımasız ayağın çiğnemesine rağmen, dikili kalmayı başarabilen taş merdivenin üçüncü basamağına. Terk edilmiş yavru bir kedi zayıf sesle miyavlayarak, avına yaklaşır gibi usul usul sokuluyor yanıma. Islak kürkünü okşadığım hayvanı kabanımın altından kucağıma alıp ısıtmaya çalışıyorum titreyen minik vücudunu. Benim yapamadığımı yaparak son anda göç arabasından zıplayıp kaçan Tekir geçiyor aklımdan. Hayvanların sadakati, insanlarda olabilseydi keşke… Koynumdaki yavru kedi, Tekir’imin bir parçası olabilir mi, neden olmasın. Öyle bir sızı saplanıyor ki burnumun direğine, daha fazla tutamıyorum gözlerime biriken yaşları. Hüngür hüngür ağlama sesim yankılanıyor kulaklarımda. O sırada birkaç kere adımla çağrıldığımı işitip bakınıyorum etrafa. Askerlerimden olamaz, komutanım diye hitap ederler bana. Kim ola ki diye düşünürken, adımı çağıran sesteki o kadifemsi, buğulu tını tanıtıveriyor kendini. “Efendim baba” diyerek sıçrıyorum yerimden. “Ağlamaktan harap etme kendini Serhat’ım! Yaşlı gözlerindeki o hayal kırıklığı da ne öyle? Gördüklerine hazırlıklı olman gerekirdi be oğlum. Savaştan geriye güllük gülistanlık kalacak değildi ya!”
Bir mayın daha patlatılıyor komşu evin per perişan sınırları içinde. Şiddetli gürültü yutuyor babamın sesini, ben kendime geliyorum, korkan kedi daha da sokuluyor koynuma. Askerlerim, komutanlarını ağlarken görmesin diye toparlamaya çalışsam da olmuyor. Omuzlarımdaki apoletlerin emri bile işlemiyor duygularıma. Yanağımdan akan yaşlar eşliğinde, ellerindeki dedektörün arkasından dikkatli adımlarla bana doğru gelen misafirlerimi karşılıyorum “Şirin Kasrı’na hoş geldiniz” diyerek. Sonra taş basamaklardan iniveriyorum aşağı. Zamanında anamın merdiven dibine diktiği ve ikinci kata uzayan demir korkulukları kırmızı katmerli çiçeklerle süsleyen gül ağacının boşluğundaki karları bir kenara sıyırıyorum ellerimle. Yeri tırnaklarımla kazıyarak ıslak, humuslu toprağı avuçlayıp dolduruyorum cebimden çıkarttığım siyah, naylon torbanın içine. Şirin Kasrının hasreti bitti, gözlerin aydın olsun, anacığım!