Gençken her şey toz pembe. Yarını düşünmek kimsenin aklına gelmiyor. O zamanlarda yaşanan sevinç, coşku, heyecan ve mutluluk geleceği düşünmeyi engelliyor. Aslında yaşanacak her günün gençlikteki gibi olmasını istemek çok doğal. Fakat bu mutlu günlerin ne kadar süreceğini sorgulamaya başladığın anda, yaşadığın huzurlu günler gölgelenmeye başlıyor, aklının köşesinden geçmeyen düşünceler zihnine yerleşiyor. Bu düşünceler birden çıkmıyor ortaya. Her geçen gün bir tortu bırakıyor. Başlangıçta umursamadığın gerçekler bir bir ortaya çıkmaya başlıyor. Küçük paslanmalar, kısa sürede onarılabilir arızalar, sert deniz koşullarının neden olduğu yıpranmalar, zamanında yapılmayan rutin kontroller, çıkardığın itiraz seslerinin duyulmaması, daha dur zamanı var türünden ertelemeler, zaman içinde kendini derinden hissettirmeye başlıyor.
Neyse ki görevini yerine getirmek için zorunlu iki ana maddeyi senden esirgeyemiyorlar; yakıt ve yağ. Soğutma suyunu denizden alıyorsun, o bedava. Gecen gündüzün belli değil. Sürekli çalışıyorsun. Sadece yanaştığın iskelelerde yükünü boşalttığın sırada biraz dinlenebiliyorsun. Tam keyfini süremeden haydi bakalım yeniden dolum tesislerine doğru yolculuk. Uzaktan bakanlar o tesislerde, iskeleye bağlı olduğun için, dinleniyor sanabilirler ama dolum sırasında ağırlaşan bedenin denize gömülüyor ve o yükün altında nefes alman bile zorlaşıyor, denize açılırken de adeta inliyorsun. Kaptanın “Hadi kızım’’ sözlerini duyamıyorsun bile.
Ben Marmara’dan dışarı çıkmadım. Zaten Tuzla tersanelerinde doğdum. Daha yapım aşamasında ilk acıyı tattım. Bir an önce teslimat yapmak isteyen tersane sahibi, daha önce bu alanda çalışmamış işçileri çalıştırıyordu. Zaman onun için para demekti. İşte o acemi işçilerden biri, daha omurgam çatılırken bağlandığı çelik halattan kopup düşen bir sac levha altında kalarak oracıkta can verdi. İşçiyi levhanın altından çıkarırlarken bakamadım. Ben kazanın ilk defa olduğunu sanıyordum. Yanılmışım. Ustalar konuşurlarken duydum. O yıl tersanede vuku bulan benzer kazalarda yedi işçi yaşamını yitirmiş. Duymaz olsaydım keşke, acım katmerlendi. Bana emeği geçen merhum Van’lı Abdurrahman, dört çocuk babasıymış.
Suya indirildiğim gün çocuklar gibi sevinmiştim. Yaşayacağım ortama, denizlere kavuşmuştum. Ne kadar yaşayacağımı hiç düşünmüyordum. Genç bir tekne olarak denizde olmak bana yetiyordu. Beni iç sularda akaryakıt taşımak için inşa etmişlerdi. Hiç unutmam ilk seferimi yaptığım gün hava pırıl pırıl güneşliydi. Gündoğusundan hafif bir rüzgâr esiyordu. Genç motorlarım neşeyle çalışmaya başlamış, çırpıntılı denizin üzerinde kayarak yol alıyordum. Yaklaşık iki saat sonra ilk kez dolum yapacağım İzmit körfezindeki rafineriye geldim. Bu ilk yolculuğumu hiç unutamam. O gün bayramlık çocuklar gibi tertemiz ve şendim. Dolum iskelesine yanaşıp bağlandık. Kaptan gururla dışarı çıktı, hayırlı olsun sesleri arasında teşekkür edip selam verdi. Üç büyük depomun her birine ayrı hortumlar bağlandı, dolum başladı. Üç saatin sonunda depolarım ağzına kadar dolmuş, ben de iyice suya gömülmüştüm. Güverte ile deniz seviyesi arasında iki karış ya var ya yoktu. Bu arada sinirimi bozan bir şey oldu. Baş taraftaki depo dolduktan sonra hortumu dikkatsizce çeken işçi, güverteme mazot dökülmesine sebep oldu. İlk seferimde kirletilmem asabımı bozdu ya neyse bizim gemici mazot dökülen yerleri temizledi de biraz rahatladım. Henüz bilmiyordum ama sonraki yıllarda çamurlar içinde oynayan kirli sokak çocuklarına dönecektim.
On iki yıl boyunca yaz kış, gece gündüz, dur durak demeden iç sularda sefer yaptım. Adalara, transit geçen gemilere, marinalara, şehir hatları vapurlarına yakıt taşıdım. Marmara depreminden sonra iki kez de Gölcük’te enkaz kaldıran iş makinalarına mazot götürdüm. En sıkıntılı seferlerimdi. Yükümü boşaltırken gözlerimi kapadığımı hatırlıyorum. Ama o koku ve sesler aylarca beni terk etmedi. Yaşamımdaki en kötü anlardan biriydi ama ‘‘görevimi yapıyorum’’ diyerek teselli buldum.
Bir sonbahar günü, günlük dağıtımımı yaptıktan sonra boş olarak İzmit rafinerisine doğru yol alırken yorgunluktan dalmışım, sancak tarafına vuran bir dalga ile sarsılarak kendime geldim. Bir kaç gündür İstanbul’a pastırma yazı yaşatan hava gittikçe sertleşen lodosun etkisiyle bozmaya başlamıştı. Sabah güneyden gelen esinti ferahlatıyordu, şimdiyse rüzgâr kuvvetlenmişti. Boş olduğum için daha çok sallanıyordum. Kaptan tekneyi dalgaların geliş yönünden kurtarmaya, daha az yalpa yapmaya çalışıyordu. Rüzgâr yavaşlamak şöyle dursun gittikçe şiddetini artırıyordu. Dalgaların yüksekliği neredeyse iki metreyi buluyordu. Dolum iskelesine bağlanmakta oldukça zorlandık. Hortumlar depolara güçlükle uzatılabildi. Kısa bir süre sonra dolum başladı. Dolunca sallantım azalacaktı ve sabaha kadar dinlenebilecektim. Herhalde bu havada yola çıkmayız diye düşündüm. Kaptan ve makinist gemiden inmişti. Sadece hortumları kontrol eden gemici kalmıştı. Dolum devam ediyordu. Sallantıya kendimi kaptırmıştım ki kaptanın makinistle beraber telaşla geri döndüğünü gördüm. Kaptan ciddi bir ses tonuyla telsizle konuşuyordu. Yüz hatlarından önemli bir durum olduğu anlaşılıyordu. Kaptanın emriyle dolum tamamlanmadan hortumlar çekildi. Depo kapakları kapatıldı. Motorlar çalıştı. Halatlar aceleyle çözüldü. Pervane tornistan yaparken tüm bedenim titredi. İskeleden açılırken sallantı da artmaya başladı. Sahildekiler bir şeyler söylediler ama şiddetini artıran rüzgâr sesleri alıp götürdü. Kaptan telsizi eline aldı ve “Şu anda ayrıldık efendim” dediğini duydum. “Geliyoruz. Depolar yüzde yetmiş beş dolu, jeneratörlere en az üç gün boyunca yetecek kadar mazot aldık, tamam” diyerek telsizi yerine koydu. Endişeyle karanlık, dalgalı denize bakan gemiciye kaptanın yaptığı açıklamayı duydum. Marmara denizindeki şiddetli lodos fırtınası adalara giden su altı elektrik kablolarında büyük bir arızaya neden olmuş, jeneratörler yardımıyla adalara elektrik sağlanıyormuş ama kabloların arızasının bulunup onarılması uzun sürebileceğinden yedek mazot götürmek durumundaymışız. Yakıt tükenirse fırınlar, bankalar, okullar, işyerleri elektriksiz kalabilir. Valilik her ihtimale karşı yakıt takviyesi yapılması kararı almış. İşte bu yüzden, bu berbat havada, hiç hesapta yokken yola çıkmak zorunda kalmıştık. Kaptan açıklamasını bitirir bitirmez iskele baş omuzluğumdan yediğim büyük bir dalga, tüm bedenimin adeta çatırdamasına yol açtı. Kroşe yiyen boksör gibi sersemlemiştim. Sancak tarafına otuz derece kadar yattım. Güverteye dolan su, ben dengemi sağlarken iskele tarafından gerisin geri denize boşaldı. Yolculuk boyunca böyle pek çok dalgayla muhatap olacağımız kesindi. Kaptan gemiyi sahilden uzak tutmaya çalışıyor ama dalgalar bizi kuzeye, karaya doğru atıyordu. Bu zorlu denizde dümenin bozulması en kötü şeydi. Dayanıklıydım, böyle havalar aslında hoşuma gider. Fakat bu kadarı fazla. Bu gerçek bir afetti. Çok sallanıyorduk ve hedefimize zorlukla ilerleyebiliyorduk.
Kalktıktan ancak üç saat sonra, gece yarısına doğru Büyükada rıhtımına yanaştık. Ama ne yanaşma… İskeleye bağlanmamız yarım saatimizi aldı. Şiddetle yağan yağmur göz açtırmıyordu. Kuvvetli rüzgârda zorlukla yürüyen görevliler güçlükle boşaltım hortumlarını iskeledeki yakıt depolarına bağladılar. Baştan ve kıçtan çift halatla bağlanmamıza karşın kaba dalgalarla sallanıyorduk. İki saatte üç bin ton mazot depolara aktarıldı. Hortumlar çekilip halatlar çözüldükten sonra Büyükada’dan ayrıldık. Yüküm azalmıştı, hafiflemiştim ama bu çok istenen bir durum değildi. Hafif gemi rüzgârlı havalarda daha çok sallanır ve seyri zor olurdu. Su kesimim yükseldiği için bütün gövdem rüzgâr ve dalgalara açık hale gelmişti. Yapacak bir şey yoktu, yola devam edecektik çaresiz.
Büyükada’dan ayrıldıktan otuz dakika sonra Heybeliada’ya yanaştık. Bu defa şansımız varmış fazla zorlanmadan iskeleye bağlandık. Üç bin ton mazotu da buraya bıraktık. Yüküm dört bin tona kadar düşmüştü. Burgazada’ya yaklaşırken biraz deniz yedik, ama kısa sürede adaya yanaştık. Rahatça bağlandık. Adanın payına düşen miktar boşaltıldı. En kolay boşaltım Burgazada’da oldu. Vakit kaybetmeden ayrıldık, dümeni Kınalı’ya kırdık. Biraz zor yanaştık. Bu ada en uçta olduğu için lodosa daha açıktı. Halatlar başlı kıçlı yeniden bağlandı. Görev tamamlanmış görünüyordu. Çünkü kaptanın, son adaya yanaştığını telsizle ilgili makamlara bildirdiğini duydum. Hortumlar bağlandı, boşaltım başladı.
Mazot boşaldıkça yükselmeye ve daha çok sallanmaya başladım. Halatlar zaman zaman çok geriliyor, acı acı sesler çıkarıyordu. Tam boşaltımın sonuna gelmiştik ki gelen dev bir dalga kıçtaki halatımı büyük bir gürültü ile kopardı. Kırbaç şaklaması gibi bir ses fırtınanın uğultusu içinde kayboldu gitti.
Kıç tarafından iskeleden ayrıldım, oltanın ucundaki balık gibi çırpınmaya başladım. Boşaltım hortumlarının yerinden çıkmasıyla pompalanan mazot güverteye döküldü. Rüzgâr şiddetini daha da artırmıştı. Baş tarafından bağlı olduğum halde denizin ortasında yaprak gibi sallanıyordum. Motorlar çalıştırıldı ama bana hâkim olmak neredeyse imkansızdı. Kaptan şaşkın ve öfkeliydi. Artık küfürleri yüksek sesle ediyordu. Baştan bağlanan halat gevşese de açığa savrulduğumda çok geriliyor, acı acı sesler çıkarıyordu. Her an kopabilirdi. Nihayet gelen güçlü bir dalgayla koptu ve büyük bir sarsıntıyla açığa savruldum. Kaptanımız tecrübeliydi ama bu havada ne kadar işe yarardı yaşayıp görecektik. Tam yol diye emir verdi makina dairesine. Derinden gelen bir titremeyle ileri atıldım. Pür dikkat ileriye, karanlık sulara bakan kaptan iki eliyle dümeni tutuyordu. Yanındaki tayfanın sesi çıkmıyordu. Dudaklarının kıpırdamasından dua ettiği belli oluyordu. Kaptan usta bir manevrayla teknenin burnunu boğazın girişine çevirdi. Eğer boğaza girebilirse Üsküdar’dan sonra hem rüzgâr hem de dalgaların gücü azalacaktı. Sonra tekneyi istediği yere bağlayabilirdi. Kız Kulesi açıklarına gelince işin o kadar da kolay olmadığı anlaşıldı.
Tam bu sırada rüzgârın yönü değişti. Kaptan burnumu bir türlü boğazın girişine çeviremiyordu. Süratle sahile doğru sürükleniyordum. Neredeyse Kız Kulesi’ne çarpacaktık. Ani bir kararla tornistan etti, Kız Kulesi’ni sıyırarak Salacak önlerine kadar geldik. Hızla sahile yaklaşıyordum. Kuvvetli akıntı ve şiddetli rüzgârın etkisiyle kaptan hâkimiyetimi kaybetti. Ne motorların gücü ne dümen desteği beni bir türlü istenen yöne götüremiyordu. Makina dairesine telefon edip makinisti yukarı çağırdı. Rüzgâr ve dalgaların etkisiyle, başı boş bir şekilde sahile doğru sürüklenmeye başladım. Bir çeyrek saat sonra iskele tarafından sahildeki kayalara büyük bir gürültü ile çarptım. Tekrar açıldım, yeniden çarptım. Şiddetli çarpmaların etkisiyle gövdemin altında açılan yarıktan su almaya başladım. Sahildeki kayalara doğru, iskele tarafına yaralı bir hayvan gibi yattım. Bordoma vuran dalgaların etkisiyle sallanıyordum. Gövdemin kayalara sürtünmesiyle çıkan iç burkan metalik sesler acı bir sonun habercisi gibiydi. Daha önceden haberli olan sahil güvenlik ekipleri kancalar atıp beni sabitlediler. Az sonra bir kalas uzatıldı. Önde makinist ve gemici, arkada gözleri yaşlı kaptan karaya çıktılar.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte fırtına tamamen durmuş deniz sakinleşmişti. Sanki dün geceki trajedi hiç yaşanmamıştı. Çelik halatlarla sahile sıkıca bağlanan ben, yorgun ve hasta görünüyordum. Kız Kulesi’nin sisler içindeki manzarasına son defa baktım. Sonra yavaşça gözlerimi kapadım. Sancak tarafından bordama vuran yumuşak dalgalar bebeğini uyutan annenin elleri gibiydi.