Yazın en sıcak günlerinden birini yaşıyordu İstanbul. Altmışlı yaşlardaki adam sırtladığı çuvalla yokuş
aşağı inmeye başladı. Evine varıncaya kadar iki kez dinlenip mendiliyle terini kuruladı.
İpin ucundaki makarayı çekip diziyle hafifçe ittiği kapı direnmeden açıldı. İçeri girince, küf ve
kavrulmuş soğan kokan serin hava çarptı yüzüne. Dışarının, kavuran nemli yaz sıcağından sonra, ağır
kokusuna karşın bu serinlik onu rahatlattı.
Sırtından dikkatle indirdiği çuvalın ağzından yere düşen birkaç kertikli sahanı, tavaları, tepsileri yeniden
çuvala yerleştirip arka tarafa taşıdı. Her gün değişik semtlerden topladığı bakırları iki katlı evinin alt
kısmında oluşturduğu çeşme yalağında kalaylayıp sahiplerine götürürdü. Tam otuz yıldır…

*

On beşindeydim İstanbul’a geldiğimde… Gözü açılmamış sığırcık yavrusu… Babam ha dedi çocuk yaptı.
Memuriyetin var sanki! Neyine güvenirsin? Bu boğazları nasıl doyuracaksın? Kolayı var gönder büyük
oğlunu gurbete. Daha önce giden köylünün yanına… Zanaat öğrensin… “Al, eti senin kemiği benim…”
Onlar hem önce geldi hem usta, başın eğik yanlarında… Etin de onların nasıl olsa… Al sırtına çuvalı
hadi bakalım başla sokak aralarında bağırmaya. “Kalaycı!” Ayaklarının ucunda gözlerin. Hele temiz
giyimli yaşıtın oğlanlar, kızlar okul çıkışı gülüşerek yanından geçerken…
“Aferin iyi bakır topladın,” demez usta. “Bu kadar mı hepsi? Her sokağa gir. Sesini duyur. Bağır…
Alırım ayağımın altına ha!” “Ayağın batsın!” diyemezsin… Unutma, baban ne demişti, etin onların…
Cılız bedenimi örten koca çuval… Kalaylı bakırları teslim ederken açılan kapıdan burnuma gelen güzel
yemek kokuları… Binde bir elime uzatılan bir dilim kek. Almak istemeyen utangaç ele, “Al oğlum al,”
diyen aç mide… Merdivenlerden iner inmez ağıza tıkılan kekin damakta kalan tadı… Tek kazancım,
memlekete döndüğümde İstanbul toprağı çiğnemiş, anlatacak çok şeyi olan biri…
Alt tarafı kalaycı, ama İstanbullu. Sevsinler seni… Babam başımı bağlayacak kızı buldu bile.… Erken
kalkan ne alır? Döl… Boğazlara eklenen yeni boğazlar. Allah rızkını verirmiş… Eli pek sıkı Allah’ın.
Çocuklarım da benim gibi mi olacak? En iyisi bekletmemek İstanbul’u. Benden ileride olmalı
çocuğum… Hadi İstanbul! Bir ayrıldım, dört dönüyorum bekle bizi…”

*
Ağır soğan kokusu kiracısının mutfağından geliyordu. Bu kokuyla yine yıllar öncesine koştu
düşünceleri.

2

*
Yağda kavrulan soğanlara iki kaşık salça, biraz tuz atıyor annesi… Ekmek dilimleri salçalı yağa
bulanıyor. Turunculaşan ekmeklere yapışan soğanlar nasıl da iştah açıcı. Çocukların gözleri
ekmeklerde. Salçalı ekmeği kapan koşuyor elma ağacının altına. Aç kurtlar gibi. Doymayanlar ikinci
dilim için ocağın başında yine. İçine su ilave edilen, patates doğranan tencerenin kapağı kapalı. “Artık
akşam yersiniz, bekleyin!” diyen annenin yüzünde çaresizlik. Salça bulaşığı yanaklarda ağladı
ağlayacak bir bozgun… İsteksiz ayaklar küskün uzaklaşıyor tencerenin başından.

*
Kendi oturduğu kata geldiğinde parmağıyla metal mandala bastı, sevimli bir tık sesi yorgunluğunu,
olumsuz düşüncelerini unutturdu. İçeriye girince daha da rahatladı. Karısının,
“Tam zamanında geldin, çay da hazır,” cümlesiyle iyice rahatladı.
Önüne uzatılan çayı hızlı hızlı karıştırdı. Kaşığın bardakta çıkardığı ses, çocukluğunun susmayan
çağrısı, çok eskilerden…
*
Daha çok, kocaman bir tas yoğurtlu un çorbası ve esmer ekmekle yapılan kahvaltı… Ara sıra çorbanın
cinsi değişse bile çocuk kursakları değişik şeyler düşlüyor, çünkü aynı şeyleri yemekten bıkmışlar.
Nadiren çaylı, zeytin, peynirli kahvaltı yapılırsa dünya onların o gün. Şımaracakları kadar şımarıyorlar.
Kalın bardaklardaki sıcacık çayın dumanına tutulup ısıtılan eller… Bilerek ölçüsü kaçırılan şeker…
Şekerli çaya batırılan ekmeğin tadı… Bardağın kenarlarına hızla çarpılarak karıştırılan çaylar… Sofra
başına daha iyi yer kapmak için itişip kakışmalar… Yer bulamayanın mızmızlanması… Şikâyet,
sızlanma, ağlama… Gürültüden, gülüşten geçilmiyor. Yedi bardakta yedi kaşığın çıkardığı sese,
annelerinin uyarıları karışıyor.
“Zeytini bir kerede atma ağzına, ısırıp da ye, katık yap! Ekmeği o kadar batırıp çayı taşırma! Yeter çok
şeker koydun!” Hiç kimsenin dinlediği yok…
“Ee… Siz bilirsiniz, çayı, zeytini bir daha rüyanızda görürsünüz!” Anında kesiliyor sesler. İştahla
çiğneyen çeneler yavaşlıyor, annelerine bakan gözlerde yarı korku, yarı pişmanlık… Herkes sus pus,
başlar omuzlara çekiliyor…

*
Çayından uzun bir yudum alırken gözleri bir noktaya takılı, düşünceye daldı. “Vay canına be. Alt tarafı
çay, zeytin, peynir. Allah’ın otunu suya atıyorsun, sıcak sarı bir su. Bu bile lüks. O zaman çay demi,
kokusu, harmanı diye bir şey bilir miydik? Bizim çayların rengi hep sarı olurdu. Marifet şekerde. Doldur

3
şekeri, batır içine ekmeği, oh değme keyfine, yanında zeytin de varsa daha ne istersin. Hele ki kara
zeytin…

*
O zamanlar İstanbul gurbet. Komşuları Hasan Amca’nın oğlu İstanbul’da bir terzinin yanında çırak.
Ara sıra teneke kutularda babasına zeytin, helva gönderiyor. Üzerinde zeytin resimleri olan tenekeleri
gördükçe duyduğu anlatılmaz sevinç… Annesi azarlıyor onu.
“Sana ne oğlum, bize gelmedi ya.”
“Tamam komşuya geldi, ama belki bize de verirler,” diyor umutla.Hasan Amca’nın evine gittiğinde
kahvaltıya denk geldiği bir gün onu da sofraya çağırıyorlar.Aman Allah’ım kertikli bakır sahanda, her
biri kocaman kapkara zeytinler. Yaklaşsa yüzünü görecek, ayna gibi parlak. Kendi evlerindeki dibi
küflü, ağza atılınca kabuğu sıyrılan, yumuşak zeytine hiç benzemiyor. Nazlanmadan hemen çömeliyor
sofranın başına. Ye babam ye. Şimdi bile tadı damağında. Diri, yağlı, lezzetli… Evin kızı ona bakıyor, o
zeytinlere… Kız,“Mehmet duymadın mı annen seni çağırıyor?” diyor. Duymadığını düşünüyor, ama son
bir lokma almayı ihmal etmeden, ağzını tıka basa doldurarak kalkıyor. Ahırda inek sağan annesinin
yanına koşuyor. Öfkeli çocuk sesi,
“Neden çağırdın beni?”
“Ben seni çağırmadım ki,” yanıtı, kızın onu sofradan uzaklaştırmak için numara yaptığının kanıtı.
*
Peş peşe içtiği çaylar hararetini kesmedi. Karıştırdığı her çayla eski günlere gidiyor, gülümsemesine
buruk bir hüzün eşlik ediyordu.
*

Nişantaşı sokaklarında “Kalaycı” diye bağırıp gezerken önünden geçtiği şarküteri yazan ışıklı
dükkânlar…Alışveriş yapan güzel giyimli insanlar… Giydiklerinden, çuvalından utansa da ani bir
kararla içeri giriyor. Ülkenin her yöresinden gelen peynirler, pastırmalar, sucuklar…İnsanın iştahını
kabartan kokular… Hepsinden güzeli, çocukluğunun unutulmaz kahvaltılığı zeytin. Yeşil, siyah, parlak,
buruşuk, kahverengi…Yanlarında tadına bakanların çekirdekleri koyması için küçük cam kâse.
Çocukluğunun damağında kalan tadıyla zeytinlere bakarken dükkân sahibinin sesi başına inen bir
tokmak sanki…
“Hangisinden vereyim?”En ucuzunu gösterip “Şundan beş liralık,” diyor ya aklında bir soru
“Acaba yüzüm kızardı mı?”. Sonra içini acıtan o cümle…
“Ne o akşama ağır misafir mi var? Adamın yüzündeki alaylı gülüş daha da acı…

4
“Belki de bundandır hiçbir zaman kötü zeytin almadım, önce çocuklarımın gözü doysun istedim,” diye
geçirdi içinden. Suskun, düşünceli halini gören eşi “Ne oldu sana? Bakıyorum pek düşüncelisin.
Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye takıldı kocasına.

Gözleri bir noktaya takılı, başını sallayarak zor duyulur sesle yanıtladı karısını,
“Doğru, gemilerim battı. Üstelik hepsi de zeytin yüklüydü!” dedi.