Sevgili Okurlarımız,

Avlu Sanat (Eskişehir-Odunpazarı), “Evler, Aşklar, Göçler, Heybeliada Öyküleri” seçkimizin tanıtımı için hafta sonları gerçekleşen, iki aylık bir söyleşi dizisi imkanı sundular. Bize kucak açan dostluklarına içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Açılışımızı, kitabımızın ve Kiltablet’in fikir annesi Nalan Barbarosoğlu ile söyleşerek yapmayı arzu ettik. Arkadaşımız Dilek Yılmaz’ın yönelteceği sorularla başlayıp katılımcıların soru-cevaplarıyla sonlanmasını planladığımız söyleşimiz, değerli izleyenlerimizin interaktif katılımıyla doğal akışında ilerledi. Bu güzel söyleşiyi, değerli okurlarımız da ortak olsun düşüncesiyle paylaşıyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
DY: Merhaba, hoş geldiniz… Söyleşimize başlamadan yazarımız Nalan Barbarosoğlu hakkında kısa bilgiler vermek istiyorum. 1961 yılında Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sistematik Felsefe ve Mantık bölümünü bitirdi. İlk öykü kitabı “Ne Kadar da Güzeldir Gitmek” Oğlak yayınları tarafından 1996 yılında, Can Yayınları tarafından da 2002’de yayınlandı. “Her Ses Bir Ezgi” yine Can Yayınları tarafından 2000’de, “Ay Çiçekleri” ise aynı yayınevi tarafından 2002’de yayınlandı. Sonrasında “Gümüş Gece” Alkım Yayınları tarafından 2004 yılında, Alakarga Yayınevi tarafından da 2015 baskılarıyla okuyucularıyla buluştu. “Yol Işıkları” ise Everest Yayınları tarafından 2009’da basıldı. Yazarımızın son kitabı “Okur Postası” Alakarga Yayınları etiketiyle 2014 yılında basıldı. Nalan Barbarosoğlu’nun “Uçmak İsteyen Balık” isimli Kırmızı Kedi’den 2014’de çıkan bir de çocuk kitabı bulunuyor. Bu eserlerin haricinde, “Fırat’a Karışan Öyküler” isimli, içinde öyküleriyle Müge İplikçi, Sema Kaygusuz, Karin Karakaşlı, Cemil Kavukçu gibi isimlerin de yer aldığı derleme öykü kitabı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları tarafından 2001 yılında basıldı. Bu kitap öyküleriyle Fırat Vadisine veda selamı duruyor, bir nevi. Biber gazı öyküleri “Her Göz Bir Yangın Yeri” isimli derleme öykü kitabıyla 2013 Gezi olayları sırasında kullanılan biber gazının etkilerini yazarak toplumsal bir olaya da Kiltablet ekibi öyküleriyle tanıklık edilmiş oldu. Bu öykü kitabı da Yitik Ülke Yayınları tarafından basılarak okurlarıyla buluştu. “Aşklar, Evler, Göçler… Heybeliada Öyküleri” kitabı ise Adalı Yayınları tarafından, Kiltablet ekibi yazarlarının Akillas Millas’ın Heybeliada’nın yitip giden evleri çiziminden yola çıkarak yazdıkları öyküleri okuyucularıyla buluşturdu. Nalan Barbarosoğlu’nun ayrıca fotoğrafçı Selim Seval’in “Metro İstanbul 2004” albümüne öykü, “Upuzun Bir Düş İstanbul 2005” albümüne de “İstanbul Monoloğu” nu yazdığını biliyorum. Uzun yıllar çeşitli kurumlarda editörlük yapan Barbarosoğlu, yazarlık atölyeleri de düzenledi. Varlık dergisinde okuyucularından gelen ilk öyküleri değerlendirdi. Halen serbest yaratıcı editörlüğü sürdüren Hocamız, yazar koçluğu da yapmaya devam ediyor. Arkadaşımız Zeki, bu söyleşi serisinden bahsedip, Nalan Hocamızla söyleşi yapar mısın, dediğinde çok mutlu oldum. Çünkü, daha önce bir kere turist olarak geldiğim Eskişehir’i bir kez daha gezme fırsatı buldum. Bu sefer adımlayarak gezmek çok daha güzel oldu. Ayrıca yeni dostlar da edindik. Bunun için de çok mutluyum. Bir diğer tarafı da Nalan Hoca’nın biraz önce bahsettiğim külliyatını baştan sona okuma fırsatına sahip oldum. Bunları okumak benim için de çok eğitici oldu. Bazı sorular hazırladım. Şimdi huzurlarınızda bu sorular eşliğinde hocamızla sohbet etmek istiyorum. “Sesler duyarım. Bazen çığlık çığlığa, bazen fısıltıyla bir şeyler anlatıp dururlar. Duymamazlığa gelsem de bazıları inat eder. Sesime karışır. Sonra da bir öykü olarak karşıma çıkarlar. Tıpkı bu okuduklarınız gibi. Görüyorsunuz işte, her ses bir ezgi.” İlk öykü kitabının sonunda yazma eyleminin nasıl ortaya çıktığını bu sözlerle ne kadar da güzel özetlemişsiniz. Buradan hareketle Nalan Barbarosoğlu için öykü yazmak nasıl bir süreçtir? Karşı koyamadığınız şey hep sesler midir, yoksa imgeler de bildirir mi bir öykü, yazmaya karar verdiğinizde?
NB: Her ikisi de değil. Önce bir cümle duyarım kafamda. O cümle kafamda dolanıyordur. O cümlenin peşine giderim ve öyle yazarım. Bu yazma süreci yirmi yıl da olur, iki gün de olur. Cümleye ne kadar hazır olduğumla ilgili bir şey. Ama, şunu söylemek istiyorum, öykü çok özel bir tür. Nasıl özel bir tür derseniz? Edebiyat okurunun çok fazla, nasıl diyeyim, gönül indirmediği bir tür. Yani, bir “Karamazov Kardeşler” i okumak varken orada dört sayfa bir şey okumak hoşuna gitmeyebiliyor.
DY: Son yıllardaki gelişmelere rağmen mi aynı şeyi düşünüyorsunuz?
NB: Evet! Neden dersen? Şundan kaynaklanıyor. Çünkü, nasıl dışarıdan düşünme biçimleri pompalanıyorsa bize, yani şöyle düşünmemiz, böyle düşünmemiz isteniyorsa, şöyle okumamız, böyle okumamız da isteniyor. Nobel edebiyat ödülü kazanmış bir yazarı okumamışsam benim eksikliğim. Ama o yazar Türkçede var mı yok mu, falan, onu bilmiyoruz. Popüler olanı ön plana çıkarıyoruz. Bu, gündelik hayatımızdan bağımsız değil. Gündelik hayatta nasıl yaşıyorsak, bize ne pompalanıyorsa, onun etkisiyle reflekslerimiz nasıl değişiyorsa, aynı şey. Edebiyat okurları içinde şiir okuru da öykü okuru da çok azdır. Onlar pompalamaya gelmezler.
DY: Bunu niçin sordum? Son zamanlarda, özellikle son beş-altı yıl içerisinde öykü atölyelerinin sayısının artmasıyla birlikte öykü kitaplarının da sayısı arttı. Daha çok öykü kitabı okuyucularıyla buluşuyor. O nedenle bu konudaki düşüncelerinizi sordum.
NB: Şöyle bir şey… Atölyelerin yararına inanıyorum. O ayrı bir konu. İnsanın içindeki potansiyeli dışarı çıkartması açısından geliştirdikleri yöntemler var. Tamam, bu çok güzel. Ama bir kitap okuduğumda şunu soruyorum kendime: A-a-a, bu kim? Sonra da diyorum ki: İşte, XYZ’nin atölyesinden çıkmış. Bunu neden söylüyorum? Bu benim kafamı bulandırıyor. XYZ’nin atölyesinden çıkmış olmak elbette çok önemli ama, niye ben okur olarak bunu görebiliyorum? Orada yazarın “kendi olma haliyle” ilgili bir problem var. Atölyelerin yazarları serbest bırakmasından yanayım. Böyle yazılır… İşte “Allan Poe” böyle yazmıştır. “Mansfield” budur… Tabii ki dünyanın en büyük öykü yazarı… “Çehov” şudur. Tamam ama, eğer, “Çehov” a ki isterdi ya da “Sait Faik” e ya da “Sabahattin Ali” ye ya da o çok beğendiğimiz, içimize aldığımız bütün yazarlar, eminim isterdi ki herkes kendi olsun ve kendince yazsın. Ben bu atölyelerin kendince yazmayı geliştirecek bir yöntem geliştirmelerinden yanayım. Böyle bir yöntem ya da matematiksel olarak şu, bu diyebilir miyiz? Bence diyemeyiz. Şu an günümüzdeki çok sınırlı öykü okuru sayısındaki problem bu bence. Ama toplum da zaten insanın kendi olmasına izin vermiyor. Ne kadar okumuş ve buna direnen insan olarak kendini saysan da acaba ne kadar o tuzağa düşüyorsun? Bunu düşünmekten yanayım.
DY: Öyküyü nasıl yazdığınıza dönecek olursak, önce bir cümle gelir demiştiniz…
NB: Bu bende böyle. Başkasında başka türlü olabilir. Mesela bazıları da sondan başlar. Biri ölmüştür. Onun baştan ölüm sürecini çeker. Bu sondan başlamaktır. Ben belirsizlikten başlamaktan yanayım. Neden dersen? Çünkü, o belirsizlik olmasa benim onu yazmak için bir motivasyonum olmayacak. Biliyorsam niye yazayım? Ama böyle olmak zorunda değil. Çok başka şeyler de olabilir. Ortasından da başlayabilirsin. Bir çocuk çiçek olmuştur. Hastalık anlamında. Bunun geri dönüp başını yazarsın. Ya da sonunu yazarsın. Yüzündeki izlerden bütün hayatı boyunca taşıdığı geri çekilme ya da onda yol açtığı atılımı kullanarak… Çok değişik şeyler var. Psikolojik etkiler var. Toplumsal hayat diyoruz ama bütün bunlar, bireylerin, o toplumu oluşturan on bin kişiyse, on bin kişinin değişik algılamalarıyla gerçekleşiyor. Ve o anlamda da bu budur, şu şudur. Şu hastalığın nedeni budur. Bunları söyleyemeyiz. Uluslararası Psikiyatri Derneği, yirmi üç tane duygu tanımlıyor. Her şey bu yirmi üç duygu çerçevesinde dönüyor ve bütün hastalık tanıları da bu duygulardan kaynaklanıyor. Satranç tahtası gibi. Şimdi burada o öyledir bu böyledir dememiz mümkün değil. İnsan bedeni, hemoglobin var, kanımızda dolaşan, o bize can veriyor. Azaldığında başımız dönüyor. Yani insanız biz. Tüm insan olma halleriyle başka türlü bir hikaye yazıyoruz kendi hayatımızda. Yazdığımız hikaye ne, yaşarken? Biz bu hikayeyi seviyor muyuz, saygı duyuyor muyuz? Yazmak istediğimiz hikayeyi mi yazıyoruz? Yoksa, nefret ettiğimiz bir hikayenin kahramanı mıyız? O anlamda da hikaye buradan doğuyor. Ve sanat olarak öyküye baktığımızda diyorum ki, evet, tarih kitapları tarihi yazıyor. Bilmem ne savaşı olmuş. Ve orada bilmem ne ülkesi bilmem ne olmuş. Ama o savaş sırasında ayağından bir kurşun alan bir adamın hissettikleri anne mi diyor, ablacım gittim mi diyor, ne? Aslında tarihi o ünlemler yazıyor. Ve o anlamda hikayeye bu yüzden önem veriyorum, kendi adıma. Ve bizim öykü yazarları olarak o ünlemlerin peşinden gitmemizin sağlıklı olacağına inanıyorum. Çünkü insanlık tarihini yazarken bizim hayatlarımız önemli. Biz yazıyoruz o tarihi. Baş kaldırırken, boyun eğerken, arkadaki dinamikler ne, bilmiyorum, bilmiyoruz. Hiç birimiz bilmiyoruz. Ama bilmek adına bir iki adım atabiliriz. Bu da bize sözcüklerle, o sözcüklerin buluşmasından doğan cümlelerle geliyor. Yani, öykü bu kadarcık bir şey. Çok kısa bir şey. Otobüse bindim. Adam bana omuz attı. Ben de ona, “Dikkat edin!” dedim. Şimdi bu çok basit bir şey. Adam da bana dayılandı. Ben de şoföre seslendim. “Lütfen durur musunuz, inmek istiyorum.” dedim. Bu pasif bir insan davranışı. Oradaki omuz atan adamla savaşmayan bir insan davranışı. Bunun kıymeti olabilir. Ama belki de orada, o adamın gırtlağına sarılıp kravatından tutup ya da yakasından tutup “N’apıyosun abi sen?” deyip dayılanmak gerekiyor belki de. Onu da yapabilirsiniz, bunu da yapabilirsiniz. Ama bunlar bizim hayatımız. Ve bu hayattan başkalarına gösterebileceğimiz bir şeyler var diye düşünüyorum. Öykü bu yüzden önemli. Diyeceksiniz ki, e, roman? Tabii ki roman ama iyi bir öyküsü olmayan roman, roman olamıyor. Kimse beğenmiyor. Ha, şunu da diyebilirsiniz: “Ay, abi ya, on sayfada bir askerin düğmesinin iliği mi okunur? “Savaş ve Barış” tan söz ediyorum. Çünkü, o zaman sinema yoktu, adamcağız da anlatmak zorundaydı. Ama günümüz romanına baktığımız zaman yazılan en güzel romanlar, öykü sanatıyla haşır neşir olmuş yazarların kaleminden çıkıyor. Benim gözlemlediğim bu. Yanılıyor olabilirim. Buyurun lütfen…
KATILIMCI: Yazar olmaktan bahsederken kelimelerin sesi mi yoksa sesin kelimeleri mi önemli sizler için?
NB: Sesin kelimeleri dediğiniz an
da sesin notaları, sesin renkleri… “Dostoyevski” bağlamında düşündüğümde sesin kelimeleri, ama “Dostoyevski” den çıkarın olayı… dediğim gibi sesin notaları, sesin renkleri… “Beethoven” ı düşünün. Sağır bir adam… Sesi renklerle görüyor. Yani, her ikisi de olabilir bu anlamda… Sizin bünyenizdeki şeye göre, sesin rengini mi duyuyorsunuz, rengin sesini mi duyuyorsunuz?
KTLMC: Burada bir okula, bir gruba dahil olmak önemli mi sizin için, sesin rengi için?
NB: Hayır, hayır! Kesinlikle değil! Asla! Tam da söylediğim o: Asla öyle bir şey yok! Aksine, renkten de yola çıkabilirsiniz, notadan da çıkabilirsiniz. Vurulmuş bir geyik sesinin sizde uyandırdığı duygudan da yola çıkabilirsiniz ve o duyguyu nasıl ifade edeceğiniz önemli. Ses mi, renk mi, kendi sanat alanınıza göre değişir. Bunlarla uğraşan herkes de bir refleks geliştiriyor ve oradan hareket ediyor. Refleks önemlidir ve o refleksi ifade edebilmek tekniğe girer. Renktir, sestir, neyse nedir… Ama, şu şudur diyemeyiz. Bence bütün sanat dallarında diyemeyiz, sadece edebiyatta değil.
KTLMC: Öykülerinizde bir kalıp var mıdır? Neyi bahsedersiniz? Ölçüyle bir kalıp olmalı mı sizce?
NB: Hayır, olmamalı! Asla! Yani, kalıp diye bir şey yok! O zaman, Divan Edebiyatının aruz şiirine döneriz, yok öyle bir kalıp!
DY: Ya da biraz önce söylediğiniz gibi belirli atölyelerden çıkan, yazarların işlerini okuduğum zaman anlıyorum diyorsunuz ya, orada bir zanaat, kalıp sistemi yerleşmiş oluyor belki de?
NB: Zanaatı görüyorum, evet. Ve bunu küçümsemiyorum. Zanaat önemlidir. Çalışmak ve işlemek çok önemlidir. Dilek de bilir atölyelerime katılmış herkes de bilir yüzde doksan dokuzdur bu iş. Burada sanatla uğraşan bir yığın insan var. Ve onlar da biliyorlar, işçilik önemlidir. Bunu hiç kimse yadsıyamaz. Ama şu şöyle olmalı, bu böyle olmalı, asla diyemeyiz. Sanat söz konusuysa zorunluluk yok, öyle bir şey yoktur, aksine, mesela, bir yığın sanat teorisi var. Düşünelim, bildiklerimiz de var, bilmediklerimiz de, kuşkusuz. Teori dediğiniz şey önceden kuruluyor, genelde. Ama, ona göre bir şey yapmaya kalkın yapamıyorsunuz. Mesela, kendimden örnek vereyim. “Hemingway” çok sevdiğim bir yazardır, öyküde de… Öyküleri çok uzun. Bir öyküsüne bayıldım. Ve dedim ki kendi kendime, ben bu öykü gibi bir öykü yazacağım. Nasıl uğraştım biliyor musunuz? Yazamadım yani. Yok, yazamıyorum. Onun nasıl yazdığını biliyorum. Ama yetmiyor. Çünkü, o “Hemingway”, ben de benim. Bu arada, yanlış anlaşılmasın, “Hemingway” ile kendimi karşılaştırmıyorum elbette. Ama istedim bunu. O kadar güzel yazmış ki… Çocuksunuzdur, kız çocuğu… Kırmızı bir eteği beğenmiş, ben de giysem o eteği, demişsinizdir. Yok, olmuyor, yapamıyorsunuz. Deneyin… Aranızda ressamlar var. Çok sevdiğiniz bir ressam gibi çizmeyi deneyin, yapamıyorsunuz, olmuyor. Çünkü bu çok içten gelen bir şey. Sizin içiniz başka, onun içi başka. Ha, onun içi daha değerli, sizin içiniz değil, değil bence. Asla! Ama, farklı farklı insanlarsınız.
KTLMC: Yani, teknik değil de duygu mu?
NB: Evet! Sanat söz konusu olduğunda duygu diyorum. Bunu söyleyebilirim ama bu matematik kesinlik değil. Zaten, baktığınız fotoğraf, baktığınız resim, her ne ise… okuduğunuz roman, öykü, deneme, mektup, yaşama ilişkin size, “Evet ya!”, “He ya, bu!” dedirtecek. Ne kadar anlamsız sözcükler çıkarıyorum gördüğünüz gibi… Sanat böyle bir şey, “Ha ya!”, falan dediğimiz bir şey…
KTLMC: Kelimelerin sesi derken bu duygu birikimi zaman isteyen bir şey bence. Bu bir okulda mı olmalı sizce yoksa hayatın içinde kendiliğinden gelişen bir şey mi?
NB: İkincisi… Hayatın içinde kendiliğinden gelişen bir şey… Okulda mokulda olamaz. Felsefeyi falan düşünün işte… “Platon” un Akademiyasını, “Aristoteles” in Lisesini… Elbette oradaki öğrenciler de gerçekten çok değerli şeyler sundu insanlığa. Hocalarından öğrendikleri bir şey. Bakın felsefe diyoruz, düşünce diyoruz. Sanat öyle bir şey değil. Sanat duygu meselesi. Şimdi baktığınızda “Ayvazovski” resimlerinde neredeyse illüstratif bir şeyler sezersiniz ama bu çağda, o çağda değil, 21 yüzyılda… Yapmaya çalışın o illüstrasyonu, yapamazsınız. O yüzden illüstratör değil “Ayvazovski”, ressam, hâlâ ressam… Çünkü o duyguyu yakalayamıyoruz. İstanbul Boğazı kıyısında evleri olan ya da sokağı oraya gelen insanlardan oluyor. Hâlâ o duyguyu yakalayamıyoruz. Çünkü adam yakalamış bir biçimde.
DY: Zorlamaya da gerek yok galiba. Biraz zamana bırakmak gerek bu tür şeylerin ortaya çıkması için… biraz önce söylediğinize gönderme yaparak söylüyorum bunu. Öykü yazmak bir gün de olabilir, yirmi yıl da sürebilir, dediniz. Birikimler, hissetmek… Bir de disiplinler arası etkileşim de söz konusu.
NB: Evet, korkunç! Hele günümüzde çok korkunç o etkileşim… Baleden, heykelden… Bazı heykeltıraşların sergisine gittiğimde, “Ha!” diyorum, “bu öyküden etkilenmiş. Vauvv!” falan oluyorum. O, onu çoğaltmış, o duyguyu çoğaltmış… kildir, mermerdir, demirdir, tunçtur, malzemesi neyse, onu anlayabiliyoruz.
KTLMC: Öykü yazmaya yazarı, gözlemleri sonucu oluşan duygular mı yönlendirir, yoksa hayallerinde gelen etkiler mi yönlendirir?
NB: Her ikisi de… Hatta okudukları da olabilir. Kumbara gibi doluyor. Ama okuduklarından kendi hayatına giden bir şey var. “Suç ve Ceza” yı okuduğunuzda “Raskolnikov”, birden içinizden biri olur. Ama hiç adam öldürmemişsinizdir. Bir kadın öldürmemişsinizdir. Tefeci kadını… Ama, öyle bir yere getirir ki siz de katil olursunuz. “Oates” un “Hafifletici Nedenler” öyküsünde, müthiş bir şeyle okuyorsunuz, okuyorsunuz, sonunda kadın çocuğunu öldürüyor ve o çocuğu öldürmesine hak veriyorsunuz okurken ve o anda katil oluyorsunuz. İlla birini öldürmeniz gerekmiyor. Onu öyle bir anlatıyor ki “Joyce Corel Oaetes, Hafifletici Nedenler”, İş Bankası Yayınlarından çıkan kitabının içinde… Bir okuyun, valla, hepiniz katil olacaksınız. Cidden. Hem de bebek katili olacaksınız.
KTLMC: Okuma ve yazma meselesinde her şeyi duyguya dökebiliyor musunuz, her şeyin yayınlanmasına taraf mısınız?
NB: Yok! Tabii ki herkesin bir mahremi vardır … Mahremin dışarı çıkmasını uygun görür ya da görmez. O yazarın kendisine bağlıdır. Ama okur şunu anlar: Eğer pornografiye gidiyorsa bir şey, yanlış anlamayın, cinsellik açısından falan değil, duygu pornografisi de vardır. Okur pornografiyi anlar. Anlatamadım farkındayım. Şöyle… İçtenlik adına, duyguları çok çıplak bir şekilde ortaya koymak, mesela demin sözünü ettiğim “Oates” un öyküsünde pornografi yoktur. Çok çıplak gerçekler vardır. Pornografiye gidip duyguları suiistimal etmemiştir, sömürmemiştir duyguları. Seni okur olarak yazdıklarıyla sömürmeye başlarsa, belki sen okur olarak fark etmeyebilirsin ama ben başka okur olarak, okura ne yaptığını görebilirim. Ve orada ona karşı çıkabilirim diğer okurları korumak adına.
KTLMC: Burada bir katkı yapabilir miyim? Üniversitede sanat eğitimi aldım. Hocamız da nur içinde yatsın Profesör “Sıtkı Erinç” ti. İyi bir kuramcıydı. Benzer bir konuyla örtüşecek nitelikte derste bir konuşma geçti. Sanatla pornografinin ayrıldığı nokta… Burada pornografik unsurların hayata geçmesi duygusuzca olduğu zaman, yani duyguyu bertaraf ederek ortadan kaldırması ona zaten o kavram olarak tanımlamayı yapıyor. Diğer tarafta da sanat adına o kendini sezdirdiği zaman da o artık bir sanat nesnesi ya da sanat eseri olmuyor. Pornografik bir metadan öteye gidemiyor.
NB: Evet, doğru. “Sıtkı Erinç” in hangi kitaplarını okumuştum, şimdi hatırlamıyorum ama, çok gençliğimde okumuş olmam lazım, bu söyledikleriniz doğru. Arkadaşlar, ben sanat kuramcısı değilim. Bir şeyin otoritesi değilim. Yanlış anlamayın beni, öyle bir özelliğim yok.
KTLMC: Hazır buraya gelmişken sanat ve edebiyat ortamını… bilmiyorum katılır mısınız? Fakat, burada çokça edebiyatçı arkadaşlarla konuşuyoruz, dillendiriyoruz. Son zamanlarda Türk Edebiyatındaki ya da öyküdeki edebiyat ortamında öykü türünün diğer türlerin çok önüne çıkması ve beraberinde nitelikli edebi metinlerin kendini var etmemesi diğer bir ifadeyle öykü yazarının okuyucudan çok fazla olması burada niteliği zaman içerisinde mi gösterecek? Bu nitelik bu zamanın içerisinde gösteriminden payını alıp geride mi kalacak? Niye bugün bu noktaya gelindi ve konuşmanızın başında kimi yazarlardan, öykücülerden bahsettiniz, onların o edebi çevresinde hani böyle atölye gibi bir durum yoktu ama birbirlerinin yazdıklarından haberdardılar. Birbirleriyle ki böyle bir iletişim ağı olmamasına rağmen, dün bunu bir yazar-şair arkadaşımla konuştuk, 1940’lı, ‘50’li yıllarda böyle bir ortam vardı. Hatta tırnak içinde bunun nabzını çok iyi tutan simsarca insanlar, yazarlar da var olduğunu ifade etti. Örneğin ilahlaştırdığımız bir yazar, tek bir kitabı olan “Ahmet Arif”… 1950 yılında “Oktay Akbal”, “Ahmet Arif” in hazır olan şiir kitabının basılmasını istemiyor; siyasi otorite boşluğundan ülkenin Adalet Partisine doğru yönelişinden kendisinin isim olarak zarar görmesi ihtimalinden bahsederek… Bu durumla karşı karşıya kalmayı göze alamadığından kitap, ancak 1968’de basılıyor. Bunun etkisi şu olabilir mi? Hani, ’68 ruhunun o rüzgarını arkasına almak, yani çok simsarca bir kalıp… Geldiğimiz noktada o zamanın edebiyat çevrelerinin birbirleriyle olan iletişimi, bugün birbiriyle olamama durumu, nitelikli edebi metinlerin olmaması, öykünün öne çıkması ve bir sürü bir sürü bir şey… Buna dair, içinde olduğunuz için elbette otorite değilsiniz ama öykü üzerine kalem oynatıyorsunuz. Bununla ilgili düşünceniz?
NB: Bakın size şunu söyleyeceğim. Henüz okumadım ama okuyacağım, “Gökçer Tahincioğlu, Sabahattin Ali’yi Ben Öldürdüm” diye bir kitabı çıktı, İletişim yayınlarından. Henüz okumadım ama orada ne yazdığını biliyorum. Çünkü, yıllardır edebiyat çevresinde dolaşan dedikodular var. Sabahattin Ali’nin ölümüne neden olanlar onun çok yakınındaki insanlar. Bir çoğunuz farkındasınızdır bunun. “Ahmet Arif”, evet, “Adiloş Bebek” i hepimiz severiz. “Hasretinden Prangalar Eskittim”… Hepimiz severiz. Hepimizin içine dokunan bir yerleri vardır. Fakat düşünün, daha doğrusu hepimiz düşünelim; bütün bunlar sloganist bir yaklaşım değil de, nedir? “Ahmet Arif” Kürt’tür, biliyorsunuz. O dönemde Kürt olmak bugün Kürt olmaktan daha zor. Onu da biliyorsunuz. Onun birtakım çekinceleri olması, atıyorum, büyük bir aşk yaşıyor ama bunu itiraf edemiyor, aşiretinin evlendirdiği kadınla birlikte olmaya devam ediyor, ama bu tarafta kadın her şeyi bırakıp onunla olmaya hazır falan… Bütün bunlar cesaret meselesi… Erkek ve kadın olma cesareti meselesi. Şimdi “Ahmet Arif” in şiirlerini bu yüzden tu kaka edecek miyiz? Bence edemeyiz. Çünkü bir karşılığı var toplumda. Sloganist ya da değil…
KTLMC: Bu arada beslendiği, aparttığı bir kaynak da var… “Enver Gökçe”…
NB: Evet, onu biliyoruz. “Enver Gökçe” yi de çok severim. Tamam, ama bakın görüyorsunuz, tarih hiçbir şeyi unutmuyor. Bellek var. Edebi bellek var. Şimdi en büyük yazarlarımızdan “Tanpınar”… Onun döneminde yazılmış bir tarih var. Onun pısırık bir insan olması, yazdığı romanların değerini engellemiyor. Bunu da kabul edelim. Şimdi bu durumda diyebilirsiniz ki, etik tartışmayı her zaman yapabiliriz. İnsan olamıyorsa yazar olabilir mi? E, oluyorlar… Oluyorlar, çünkü bize bir şey veriyorlar, bir biçimde. “Mümtaz” ı unutamıyoruz. “Mümtaz” ın şaşkınlığını… Hiç okumamasına rağmen “Oğuz Atay” ın “Tutunamayanlar” ında hani, “Mümtaz” la bir yığın ilişki kurabilirsiniz “Huzur” daki “Mümtaz” la. Bir edebi bellek var. Onu bilseniz de bilmeseniz de. Ama kültürel olarak o akıyor. Metafizikçi değilim. Yanlış anlaşılmasın. Asla böyle bir şey demiyorum. Ama ilgilendiğiniz konuda, fen bilimleri de olabilir, fark etmez, bize akıyor, bir biçimde akıyor. Kolektif bilinçaltına inanıyorum. İnanıyorum, diyorum, çünkü gösterilemediği için… Ölçülemiyor. MR’ ı çekilemiyor bilinçaltının. Bu anlamda Türkçenin bütün o sevdiğimiz, sevmediğimiz, sevmekten pişman olduğumuz, ya da işte, “Hay Allah ya! Çok seviyorum ama niye böyle bir insan?” diye kendi kendimize, başkalarına itiraf edemesek de hayıflandığımız yazarlar, bizi biz yapıyor. Bir mirasımız var. Bu çok önemli bir şey. Ben şeye çok karşıyım: “Tanzimat Edebiyatı Avrupa’yı taklit etmiştir.” Bu da Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki söylem. Yok öyle bir şey. Taklit etmemiştir. Kendi toplum yapısını, tamam roman değil ama manzume diye bir geleneği var bu toplumun. Manzumeden romana geçmiştir Avrupa’da okuduklarından sonra.
KTLMC: Çok sığ bir iddia olur zaten. Böyle bir iddiayı ardı ardına başka sanat alanlarına, türlerine de düşünebiliriz. İslam sanatıyla geleneksel olarak taçlandırılmış bir algı var. Plastik sanatların ne resim ne heykel, hiçbir alanında eser yok. O zaman bu alanda da taklit var. Bu sığ bir iddia olur. Hiçbir gereği yok.
NB: Bence de… O anlamda belleğe güveniyorum. Kolektif diyelim, toplumsal diyelim, her neyse, bir çoğumuz farkında değiliz, bilinçaltı denen şey belki genetik olarak geçiyor. Bir yığın hastalık geçiyorsa, kültür de geçiyor. Otorite değilim ama sezgilerimden söz ediyorum size. Zaten bir edebiyatçı, sezgisi dışında dayanacak hiçbir şeyi yoktur. Ya da bir ressam…
KTLMC: Hikayenin ruhu ile zamanın ruhunun çakışması sizin için ne anlam ifade ediyor?
NB: Tam da orada yaşamayı ifade ediyor.
DY: Şimdiki okurlar, artık, maalesef öykü kitaplarınıza ulaşamayacaklar. Okudukça şunu gördüm: Keşke kitaplarınız tekrar basılsa ve okuyucuyla yeniden buluşabilse… Çünkü, çok değerli öyküler. Ortak noktalarından birisi de zamansız olarak nitelendirilebilecek yapıda olmaları, bana göre. İlk öyküleriniz bundan yaklaşık otuz yıl önce okurlarıyla buluşmuş olmalarına rağmen halen yeni yazılmış gibi okunabiliyor. Muhtemelen gelecekte de aynı hissi yaşatacak.
NB: Ama, mesela, “Nahit Sırrı Örik” de bugün yazmış gibi. Anlatabiliyor muyum? Tabii kendimi onunla karşılaştıracak kadar bunamadım daha, o ayrı bir konu da, ama zamansızdır…
DY: Yani, bu zamansız öyküleri yazmayı nasıl başarabiliyorsunuz? Zaman ve zamana bağlı olarak mekanlar değişse de aslında insanın yaşadıkları hep aynı mı, o yüzden mi bu tarz öyküler çıkabiliyor ?
NB: Evet! Çünkü, neden derseniz, dünyanın dört bir yanında sarı ırklı, zenci, Eskimo, beyaz ırk… Her ne kadar sınıflandırma varsa… Hepimizin damarında aynı kan akıyor. Bu kadar. Olay bu… İklime göre değişebilir, kalbimiz aynı ritimle pompalıyor kanı ve o pompalama bittiğinde dünyanın dört bir yanında aynı şekilde ölüyoruz. Bundan başka eşitlik var mı yani? Yok böyle bir şey. Bütün o ırkçılık, beyaz ırk, siyah ırk, Allahlar, Allahsızlar, her neyse hepimiz aynıyız ya. Aynı şekilde, parmağımız kesildiğinde aynı acıyı duyuyoruz. Acıktığımızda midemizdeki gurultu aynı. Bunun gibi bizi birleştiren bir şey var mı hayatta? Dil, din, ırk, göz rengi, saç rengi falan değil yani. Beden aynı şekilde… Refleksleri o… O yüzden hepimizi ilgilendiren bir dünyada yaşıyoruz. Norveç’teki soğuğa benden daha dayanıklıdır. Bense Akdeniz ikliminde yaşadığım için, orada ondan daha çabuk ölebilirim. Bedenim alışkın değil. Ama o da buraya geldiğinde daha çabuk beyin kanaması geçirir. Böyle farklılıklar var. Başka farkımız yok bizim. Dilini hiç bilmesem de ritmine kulak verip, bir şey var orada, diyebilirim. Zaman ve mekan aslında aynı. Dünya… Bu atmosferin altındaki her şey. İster Antarktika’da ister Ekvator’da yani… Bu zaman ve mekan aynı. Yok başka bir şey.
KTLMC: Yayımlandıktan sonra kendinizi bulamadığınız bir hikayeniz ya da romanınız oldu mu?
NB: Zaten hiç birinde ben yokum ki… Onu biliyorum. Bazı yerlerde böyle çok ayrıntılarda kendimle ilgili bir şeyler çıkar ama genelde yoktur. Ben yazarken, ben olmayanı yazmaya çalışırım.
KTLMC: Biraz önce duygudan bahsettiniz. Peki bu bağlamda duyguyu nasıl ifade ediyorsunuz?
NB: Karşımdaki insanın da duygusu var. Ya da karşımdaki nesnenin. Mesela bir kediyi yazdığınızı düşünün. Onun da duygusu var. Ben o duygunun içine girebilirim. Siz de girebilirsiniz. Giremez misiniz? Girersiniz.
KTLMC: Öncelikle, burada tanıştığınız birine, dilinizde otoriteden kaçınarak hiyerarşik olmayan bir dil kurma tarzınızdan dolayı kendimi çok rahat hissettim. Çok önemli bir nokta. Ne demeye çalıştığınızı duyuyorum. Şunu soracaktım. Okumaya yazmaya çalışan biriyim. Öykü de yazmaya çalışıyorum. Bir roman da deniyorum bir süredir. Atölyelere de katıldım. Aslında şöyle bir şey: Demin, Hocam, bugünü anlamaya çalışırken nitelikli metinler çıkmıyor, başka bir edebiyat dünyası var, dedi. Tamam peki… Bugünün yazarı ne yapsın? Bugünün yazarı, kağıt bu kadar pahalıyken, yayınlanmakla ilgili hadi onunla bir derdimiz olmasın diyelim, ama mümkün mü insan görünmek istiyor, okunmak istiyor. İşte dergilerde de… aslında bir piyasalaşma var. Orada ilk kitabınızın yayınlanması zaten çok zor. Bir yanıyla bir yayınlanma meselesi var. Bir yanıyla da o heybeyi doldururken biliyoruz, okuyup yazacağız. Evet, tabii ki, ama bir yandan da böyle hep, şey, bu öğütler verilirken, yani, bugünün yazarına ya da okuruna bir öğüt vermek gerekirse, onu biraz anlatmaya çalışıyorum. Hep deniyor ki kötü metinler çıkıyor, zaten piyasa çok kötü…
NB: Ama, yani, iyi metinleri görüyor muyuz ve okuyor muyuz? Piyasa kötüyse iyi metinler de zaten bize ulaşmıyor. Parasını verip bastırıyorsam kitabımı benim o kitabıma maruz kalıyorsunuz okur olarak. Ya da ben okur olarak maruz kalıyorum.
DY: Nitelikli Edebiyat biraz da içi boşaltılmış bir kavram, değil mi?
NB: Evet! Okura giderken birtakım editoryal sekmelerden geçmek zorundasın. Sadece yayınevi sahibi değil orada iş yapan insanlar, onların dünya görüşü, edebiyat algısı… Böyle bir çember var. Bu çember kötü demiyorum. Gerçekten iyi çemberler de var. O sizi geliştiren çemberler. Ona hiçbir şey demiyorum ama bütün problem nerede çıkıyor, biliyor musunuz? Bundan altı-yedi yıl önce dendi ya, ya da on yıl oldu mu, bilmiyorum: “İnternet en büyük demokrasidir.” O demokratik ortamda ben bir blog açıyorum, orada yazmaya başlıyorum. Benim okuyucu sayım atıyorum, ayda on dört bin. Şimdi, siz on dört bin satan, çok satan yazarları ayırın, kitap biliyor musunuz? Yok öyle bir şey! Şimdi o insan, basılı dergiye bir metin yolluyor. On dört bin izleyicim var, bunu size yolluyorum, basın, diyor. Siz diyorsunuz ki bu nitelik benim gazeteme ve dergime uygun değil. Orada size hakaret etmeye başlıyor. Siz kimsiniz ki, diyor. Benim on dört bin okuyucum var. E, tamam diyorsunuz siz de, gidin on dört bin okuyucunuzla mutlu olun. Bir yandan otoriteye karşıyız. Bir yandan da otorite yok. Var olan otoriteyi, mesela Varlık dergisine yolluyorsunuz. Beni diyorsunuz on yedi bin kişi okuyor. O da diyor ki okusun, derginin satışı zaten sekiz yüz falan, Varlık dergisinin… O okusun diyor, dergi de ben almayayım diyor. Nitelik karıştı. İnternet, evet demokratik bir ortam… Ama kendi cahillerini de yaratan bir ortam. Keşke kendi entelektüellerini yaratsa. Diyecek söz bulamıyorum.
KTLMC: Hocam zannederim şundan da kaynaklanıyor. Okumayan yazarlar, okumayan editörler, okunma amacı gütmeden satılma güdüsüyle sürekli fabrikadaki bantlar misali ürün üretmekle kitap basmak arasında fark olmayan ürünlerin piyasaya sürülmesi. Böyle olunca nitelikli yazarlar kayboluyor. Nitelikli eserler kayboluyor. Bulunmuyor, görülmüyor. Zaten okumayan bir toplumuz. Öyle bir şey ki ben de iyi kötü yazıyla çiziyle uğraşıyorum. Aynı dergide yazan arkadaşlar misal, kendi arkadaşlarının yazılarını okumaktan acizler. Okumayan toplum olduğu için zannederim kısır döngü var.
NB: Bakın şöyle bir şey var. Okumayan toplum ‘70’lerde de vardı. Biz o eleştiriyi yapardık. Burada ona yaşı yetenler var. Okumuyoruz. Ama bugünün okumayan toplumu var ya, ‘70’lere dua ettiğimiz bir durumda. Neyse, şimdi bu toplumun kendi dinamikleri… Kendi kendime ifade etmekte de zorlanıyorum. Ya diyorum, metin metindir, iyi metin iyi metindir, kötü metin orada duruyordur. Bir gün bunu fark edecek bir nesil gelecektir. Yok öyle bir nesil. O zaman edebiyat irtifa mı kaybediyor? Valla, buna benim cevabım yok. Sizlerin de gerçekten problemidir. Allah, herkesin başına “Dostoyevski” düşürsün, ne diyeyim yani? Bir de onu okumak da zordur, yüz elli tane isim var öykünün içinde.
KTLMC: 1950’ler hatta ‘80’lere kadar okuyamayan bir kesim vardı. Zorunlu okuyamıyordu. Ben onlardan birisiyim. Kız çocuklarının roman okuması yasaktı. Anadolu’da kız çocuklarının roman okuması, hikaye okuması yasaktı. Elinde bir romanla, öyküyle yakalandığında bir kız çocuğu adamakıllı dayak yiyordu. Ve, ortaya düşmüş pespaye birisi gibi değerlendiriliyordu. Biz o kuşağın kızlarıyız. Hani, okuyamama nedenleri de var. Ve ben ‘60’larda, ‘70’lerde bunu yaşadım. ‘80’de kendim edebiyat öğretmeni olduğumda öğrencilerime, klasiktir, tatilde bir roman okuyun, özetini çıkarın, şu iç yapıda, bu dış yapıda inceleyin, dedim. Hiç unutmuyorum, Ayşe diye bir öğrencimin, yazık, ailesi Almanya’daymış. babaanne yanında kalıyormuş. Bir gün bir baktım, bir teyze geldi, böyle şalvarlı, koştura koştura… “Hocam!” dedi. “Efendim!” “İşte bunun annesi babası Almanya’da, ben bakıyorum. Çok büyük sorumluluğum var. Bu kız şimdiye kadar hiç yalan söylemiyordu, artık yalan söylüyor, bir de sizin adınızı kullanarak yalan söylüyor.” “Neymiş?” dedim, “niye yalan söyledi?” “İşte, siz ona roman oku demişsiniz de, incele demişsiniz de… Hiç kız çocuğu roman okur mu? Aldım attım elinden.” “Hayır!” dedim, “ben” dedim “o ödevi ben verdim.” Şimdi okunmuyor denince aklıma o en az otuz-kırk yıllık kızlar geliyor. Erkekleri bir tarafa koyun.
DY: Öğretmenim şimdi şöyle şeyler var. Mutlaka biliyorsunuzdur. Bugün, öğrencilerine çıtır çıtır felsefeyi okuttuğu için öğretmen görevinden uzaklaştırılıyor. Bugün de böyle bir durum var. İki velinin şikayetiyle…
KTLMC: Okuyamama konusunda benim çok büyük bir yaram var. Bunu paylaşmak istedim. Edebiyat fakültesine kendi isteğimle gittim. Çok güzel, gönüllü gittim. Ve ilk sevindiğim şey neydi biliyor musunuz? Bu benim ödevim. Okumak zorundayım. Babam beni roman okurken dövmeyecek. Birçok Türk ve yabancı klasiği fakülte bir ve ikinin yaz tatilinde okuyabildiğim kadar okudum ancak. Yine de azar işittim, inanılmadı, ama olsun bu benim ödevimdi.
NB: Ama dayak yemediniz dil’ mi? Çünkü ödevinizdi. Allahtan…
KTLMC: Toplumumuzun gerçeği bu. Erkekler için ayrı bir sorun.
NB: Erkekler için de roman okumak kötü bir şey.
KTLMC: Şimdi artık çok kötü bir şey roman okumak. Hatta öyle bir şey ki, ben de eğitimciyim… Bir sevgiliye, bir arkadaşa mektup yazmayı alay konusu yapabilecek bir tema, algı var artık. Kimi edebi türler kayboluyor. Belki şunun da etkisi var. İnternet ortamının ayakları yere basmayan, kendi gettosunu birilerinin oluşturması… birinin kitabı çıkacaksa kendi PR’ını oluşturması, durumu…
NB: Instagram’da bir yazar, diyelim ki yeni çıkacak kitabının kapağını koydu, işte 17 Kasım’da kitapçılarda, dedi… Hesabında on dokuz bin takipçisi var. Diyelim ünlü bir yazar. O kitap on dokuz bin satılacak mı sizce?
KTLMC: Mümkün değil. Şu an bunun kritiğini tutan, Kitapyurdu, giriyorsun bakıyorsun, o kadar pohpohlanmış ki, işte bu kitaptan şu kadar adet satıldı, yüzlü, ikiyüzlü rakamlarla. Eklemek istediğim şey de bir taraftan şuydu: Bir dönemin o edebiyat çevrelerinin “Nurullah Ataçları”, “Fethi Nacileri”, vs. Plastik sanatlar kuramcıları vardı. Edebiyat kuramcıları vardı, yorumcuları, eleştirmenleri… Şu an öyle bir şey yok.
NB: Evet, yok! Mesela, sanat çevresi bir resim dergisi çıkarırdı, aylık. Orada biz bütün sergileri görürdük, eleştirileri görürdük. Var mı öyle bir dergi? Yok!
KTLMC: Şimdi, edebiyat dergileri de Varlık’tan bahsediyorum. Onlar da nitelikten o kadar yoksunlaştı ki örneğin tanık olduğum bir şey. “Semih Gümüş” diyor ki, işte o kadın yazara, “Sen,” diyor, “okumuyorsun. Benim atölyeme geliyorsun ama okumuyorsun, yazma!” diyor. Ve bu kişinin yakın zamanda Everest yayınlarından kitabı çıktı.
DY: Hocam, sizi daha fazla yormadan son bir soru sorarak katılımcılarımızın da izniyle bitirmek istiyorum. Yüksek lisans tezlerine konu olduğunuzu biliyorum. Araştırmalarım sırasında iki üç tanesine denk geldim. Bir tanesi yakın zamanlı. Bursa’da bir öğrenci arkadaşımız. 2013 yılında, Şeyda Ak, yüksek lisans tezinde, “Nalan Barbarosoğlu, içinde yaşadığı devrin sorunlarına, insanına kayıtsız kalmayıp bunları öykülerinde işleyen ancak bunu toplumsaldan ziyade bireysel düzlemde ele alan ve tüm bunları kendine özgü yaklaşımı ve üslubuyla öykülerinde yansıtan bir yazardır.” demiş. Öykülerinizin ortak temasını ise yalnızlık, bunalım, kaçış, kadın, kadın-erkek ilişkileri, toplumsal-siyasi meseleler, aile, anne-baba-çocuk, doğa, sanat ve sanatçılar olarak belirlemiş. Özellikle yalnızlık, bunalım, kaçış kavramları üzerinde durarak biraz melankoli kavramını sizinle konuşmak istiyorum. Zaman zaman, sanıyorum, “Nalan Barbarosoğlu’nun öyküleri melankolik,” diye eleştiriler aldığınız oluyor. Sizin öyküleriniz hüzün veren öyküler mi? Bu arada “Sait Faik” in şöyle bir sözü varmış: “Bu memleket musiki gibi hem melankolik hem de şakrak bir memlekettir…” Öyle ama değil mi?
NB: Çok tatlı. Evet, aynen öyle. Öykülerimde hüzün olabilir, ona bir şey diyemem. Şimdi ben size bir şey söylemek istiyorum. Arkadaşlar, öykü kuramında son zamanlarda “epizodik öykü” diye bir şey var. Epizodik öykü nedir derseniz, şöyle bir şey: Gündelik hafızaya dayanan, bütün toplumsalı oluşturan şeyler… Bu benim gün içinde yaptığım her şey… Bu resmi tarihe karşı çıkan bir şey. İstanbul’un Fethi, diyelim. Allah Allah herkes gidiyor. Ama orada bir askerin, Allah Allah giderken yaşadıkları, hissettikleri, hafızasında geri kalan, annesi, babası, kardeşi, oğlan ya da kız, neyse… Bakın, insan yaşıyor. İnsan… Sadece insan… Epizodik hafıza dediğimiz şey bu. Melankolik değil mi? Teşekkür ederim.