Her yolu denedim bana geri dönmesi için. Son görüştüğümüzde diklenip “Çık git hayatımdan. Ben anne olmak istiyorum, senin oyuncağın değilim!” dediğinde elbette çok kızmıştım. Emindim bittiğine. Çekip gitmişti. Mutluydum, kuşlar gibi de özgür. Zamanla koymaya başladı terk edilmek. Dengelerim bozuldu onsuzlukta; onca alışkanlık, yaşanmışlık. Dile kolay neredeyse koskoca dört yıl. Gel dediğimde gelmiş, git dediğimde gitmişti. Ah keşke bir de o tutturmaları olmasaydı, ne vardı anne olmak için yanıp tutuşacak. Yok, efendim tüm yaşıtları evlenmiş, tek bekâr kendisiymiş, doğurganlık yaşı çoktan geçip gidiyormuş. Bir an önce anne olması lazımmış. Bir erkekle bir kadının durumu aynı değilmiş, ben bunu hiç anlamıyormuşum… Peki, ya onun beni damızlık yerine koyup tuzağa düşürme çabalarına ne demeli? Yer miyim? Bir de utanmadan arkadaşına telefonda anlatıyordu, iyi ki kulak misafiri olmuştum. “Şekerim doktorum elini çabuk tut diyor. Göz göre göre yumurtalarım her ay çöpe gidiyor, rezervim azalıyormuş. Cılk yumurta yapma ihtimalim artıyormuş. Ben doktorumun yalancısıyım. Her gittiğimde bana uygun günleri işaretleyip, hiç korunma bak bu son şansın diyor. Nasıl oluyor bilmiyorum ama adam her defasında tam ona ihtiyacım olduğunda sırra kadem basıyor. Onda bahane çok. Yok fazla mesai, yok uzaktan akrabası, yok bilmem ne toplantısı. Yumurtam akıp gidince bedenimden, çıkıp geliyor. Elinde bir buket çiçek. Hemencecik yelkenlerim suya iniyor. Teslim oluyorum her defasında yeni bir ümitle, belki bir sonraki ay diye.” Bunları duyunca tedirginliğim artmadı, korkmadım desem yalan olur. Tedbirlerimi arttırdım ben de, neme lazım. Zaten epeydir kadınımın gizli yumurta takipçisiydim. Aylık çetele tutuyordum hep. Tehlikeli günlerdeyse vın, çekip bir yerlere gidiyordum. Ne gerek var şimdi kazayla da olsa baba olmaya, birinin sorumluluğunu almaya.
Son görüşmemizin üzerinden kırk beş gün geçti. Giderek bana daha da koymaya başladı. Öyle böyle değil. Özlemden değil asla. Hayatımın demirbaşı saydığım yoktu artık. Bugüne dek onu hep ben terk etmiştim. İlkti beni terk etmesi. En çok buna takıldım. Ben sana beni terk etmek neymiş göstereceğim, o tehditlerini boğazına birer birer tıkacağım. Bekle hele. Ben sana dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim. Hiç beklemediğin bir anda seni nasıl yüzüstü bırakacağım. Bir daha ayağa kalkamayacaksın. Benden sonra senden geriye bir enkaz kalacak. İçimde sürekli onunla savaşıyordum. Onu bir güzel dövüyor, hırpalıyordum. Bu bile beni mutlu ediyordu. Ama uykularımı kaçırmasına bir türlü engel olamıyordum. Dövdükçe dövesim geliyordu. İçimdeki savaştan yorgun düştüm sonunda. Böyle olmayacaktı, harekete geçmem lazımdı. Gidip karşısına dikilemezdim. Benimkisi özlem değildi, ona karşı öfke doluydum, gözlerime bakıp hemen anlardı, anlasın istemedim.
Gönderdiğim bir buket çiçek işe yaramadı. Alır almaz beni arayacağına çok emindim oysa. Daha da hırslandım. Bir kırtasiye dükkânına girdim. Dükkânda onu duygusal olarak alt üst edecek ne varsa satın aldım. Aldıklarımın içinde neler yoktu ki? Rüzgârgülü, uçurtma, komik suratlı pelüş kanguru, denizyıldızı, bastırınca vak vak diye ses çıkaran ördek. En vurucusu ise mor saçlı plastik bir bebek. Bana bir zamanlar anlatmıştı “Çocukluğumda benim bir tane bez bebeğim bile olmadı” diye, sonra da hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Hem en sevdiği renk mordan vuracağım hem de plastik bebekten. Alsın, ağlasın sonra koşup bana gelsin. Kırtasiye dükkânından elim kolum dolu hediye paketleriyle çıktım ve gün aşırı onlardan bir tanesini özel kurye ile kadınıma gönderdim. Tuhaf bir şekilde kadınımdan bir ses çıkmadı. Daha da hırslandım. Bu ne demekti şimdi? Çaptan mı düşmüştüm ben böyle? Teslim olmak yoktu. Henüz son kozumu ortaya sürmemiştim ki ben. Sırada daha son kozum vardı.
Oturdum ona upuzun bir mektup yazdım. Beni terk ettiği günden sonraki hayatımın nasıl berbatlaştığından bahsettim. Sonsuz pişmanlığımdan, onsuzlukta içimde büyüyen derin yaradan, karanlık zamanlarımdan, soğuk ve uykusuz gecelerimden. Duvarların üstüme üstüme gelmesinden, çaresizliğimin sağanak olup içime yağmasından. Yazdıkça coştum, coştukça yazdım. Gerçek olmayan yalanlarım satırlarda büyüdü. Uzun sürmüş bu savaşta, artık onu yenmek, diz çöktürmek için ne gerekiyorsa yapmalıydım. Hile, kandırma, yalan hepsi mubahtı. En vurucu yalanlarımı elbette mektubumun son satırlarına bıraktım. Benden duymayı aklından bile geçiremeyeceği en sihirli cümleleri en sona sakladım. Seni çok seviyorum diye yazdım. Ben bu ayrılığa henüz hazır değilim. Benim sana ihtiyacım var. Beni böyle bırakıp gidemezsin. Bana senin gibi güçlü olmayı öğretmeden gidemezsin. Beni sensizliğe mahkûm edemezsin. Benim sana, sevgine, senin gibi güçlü olmaya ihtiyacım var. Benim sana çok ihtiyacım var. Mektubumu göndermeden önce yazdıklarımı defalarca okudum. Okudukça kendimle gurur duydum. Yalandan da olsa son kurşunlarımı sıkmıştım. İyi nişan alıp tam kalbinden vurmuştum. Geriye bir tek bana dönmesini beklemek kalıyordu. Eli kulağındaydı artık, ha döndü ha dönecekti.
Mektubu gönderdim. Tüm gün evde sabırsızlıkla gelmesini bekledim. Mutlaka gelecekti. Ben kadınımın ruhunu biliyordum. Bugüne dek hiç yanılmamıştım. Belli ki aklınca beni üzmek istiyordu. Belki de kendini naza çekiyordu; kadınca bir kapris işte. Beklerken camdan ara sıra dışarıya bakıyordum. Hem biraz gergin hem de acayip heyecanlıydım. Uzun sürmedi. Beni yine yanıltmadı. Saçlarını savurarak sokağıma girdi, bir kez olsun başını kaldırıp yukarıya bakmadan hızlı adımlarla bizim binaya doğru yürüdü. Zile basmasını beklemeden koştum dış kapıyı açtım. Merdivenleri çıkarken giderek yaklaşan ayak seslerinden önce içimi ürperten kokusu ulaştı bana. Bir tuhaf oldum. Yeni bir zafer daha kazanmıştım. Yüzümde muzaffer bir komutan edası, yukarıya çıkmasını bekledim. Sonunda geldi, etiyle kemiğiyle karşımdaydı. Sevincimi pek de belli etmeden “Merhaba! Gir içeri” dedim. “Ne merhabası, ne içeriye girmesi?” diye cevap verdi. Başka bir şey dememe fırsat vermeden, elindeki büyükçe poşeti bana uzattı. “Bunları bana neden gönderdiğini gayet iyi biliyorum” dedi. “Hediye paketlerinden bir tanesini bile açmadım, gönderdiğin mektubu da. Aklın sıra beni iç dünyamdan vuracaktın. Zamanına yazık!” dedi. Gözlerinde okuduğum o nefret, bir kurşun gibi beynimi deldi, kalbimi sıkıştırdı. Ne bir şey diyebiliyor ne de onu kollarıma alıp sarıp sarmalayabiliyordum. Oysa bunu çok düşünmüştüm, son kaleyi böyle düşürecektim. Ondan geriye aklımda “Artık senin tuzağına düşmekten çok uzağım. Zamanına ve parana yazık, bana hediye filan gönderme. Ben çok mutluyum. Hayatımda artık bir başkası var. Sana bunları vermeye, beni unut ve bir daha rahatsız etme demeye geldim” demesi ve arkasını dönüp gitmesi kaldı…