Tutunduğu yalan, fakülte son sınıfa taşımıştı Selman’ı. Yarınki sınavdan da yırttı mı, ki Allah’ın emriydi bu, diplomasını alıp Tarih öğretmeni olacaktı. Hacer’ine kavuşacaktı en önemlisi. Okumamış oğlana varmazmış ya hani. Tam da böyle söylemişti kız, kendisine açıldığında. Bunun üzerine üniversite sınavlarına katılmak için Bakü’ye gidecek olan Selman’a hatırlatmıştı babası. “Kafan boş, cebin boş, dayın yok. Otur oturduğun yerde. O okulun kapısından içeri sokmazlar seni.” Selman da aksini iddia etmiyordu zaten. Tek amacı Hacer’in okuyacağı şehirde bir iş bulup çalışmak, sevdiğinden ayrı kalmamak. Ama sınava girmek bile artı puan olabilirdi kızın gözünde. Bu yüzden o okulun kapısını tıklatacaktı, sonucu bile bile. İmtihanlar eski usulle yapılıyordu. Biri yazılı, ikisi sözlü üç sınavdan geçmesi gerekiyordu. İlkinden elenirdi her nasılsa, ama olsun. Hacer için deneyecekti.
Durak sayısı ve otobüs numaraları yazılı kâğıdı alıp sokağa çıktı erkenden. Sabah olmasına rağmen zift kaynayan kazanın içinden esiyormuş gibi sıcak ve yapışkan bir rüzgâr çarptı yüzüne. Durağa vardığında yarım kollu beyaz gömleği sırılsıklamdı nemden. Güneşin altındaki asfalttan dalga dalga yukarı çıkan sıcağa daldığı sırada yetmiş bir numaralı sarı, körüklü otobüs oflaya tıslaya görüş alanına girdi. Yirmi otuz kadar yolcu, aynı anda hücum etti gıcırtıyla açılan kapılara doğru. İçerisi tıklım tıkıştı zaten. Kalabalığın ortasında bir o kapıya, bir bu kapıya derken, epey tartaklanan Selman binemedi bir türlü. Sınav saati yaklaşıyordu. Bu gidişle değil üniversite, otobüs kapısından dahi içeri sokmayacaklardı onu.
Ne yapıp edip yirmi dakika sonra gelen otobüsün açık kapısında, en son basamakta, kendinden önceki erkek yolcuya sarılmış durumda bir sonraki taşıta bineceği durağa kadar gelebilmişti. İlkinden farksız ikinci otobüs kalabalığında şişman bir bayanın sivri topuklu ayakkabısının saldırısından koruyamadı kendini. Demir çakılı sivri topuk, ayakkabısını delerek parmaklarını ezikledi. Sınav olacağı okulun bahçesine topallayarak girmişti.
Aksak adım, pürtelaş sınav sınıfını arayıp buldu. İçeri girmek isteyince ortada dolaşan iki hocadan biri “geciktin” deyip kapatıverdi kapıyı sertçe. Harfi harfine gerçekleşmişti babasının öngörüsü. Bilgisizliğine, fakirliğine, arkasız oluşuna derinden bir öfke duydu içinden. Diğerleri olmasa da kafasının boşluğu kendi suçuydu. Boşu boşuna gidip gelmeseydi okula. Tek katlı köy okulunun girişindeki Lenin köşesinin duvarında asılı duran, büyük harflerle yazılı o tabelayı hatırladı. “Okumak, okumak yine de okumak.” Sayıları çok olmasa da kendi kafasıyla okumuşlar da yok değildi. Amcasının oğlu gibi. Neyse ne, son pişmanlık neye yarar diye geçirdi içinden. Labirent gibi koridorlarda çıkış kapısını ararken bir sigara yakıp yerleştirdi dudaklarının arasına. Dalgınlıktan, karşıdan geleni fark etmemiş. Uzun boylu, zayıf, beyaz saçlı, gözlüklü adam, takım elbisesine uyumlu bir kravat giymişti beyaz gömleğinin yakasına. Sağ kolunun boş yeninin ceketinin cebinde oluşu, dikkatinden kaçmadı. Adam, sol eliyle çekiverdi Selman’ın ağzında dumanı tüten sigarayı. “Burada sigara içmek yasak, bilmiyor musun, genç adam?” “Özür dilerim” dedi Selman heceleri yutkuna yutkuna. “Sınava geciktim de çıkış kapısını arıyordum.” Sigarayı söndürüp köşedeki çöp kovasına atan adam “geç kaldın öyle mi” deyip siyah çerçevenin üstünden Selman’a baktı. “Derslik numaran? “On üç.” Gel anlamında el salladı adam. On üç numaralı sınıfın kapısını açıp omzundan tuttuğu Selman’ı sokuverdi içeri. Karşısında hazır ola geçen hocalara o sihirli cümleyi söyledi emreder gibi. “İmtihan ediniz çocuğu.” Az önce Selman’ı kapı dışarı kovmamış gibi mülayim bir ses tonu ve güleç bir yüzle “baş üstüne, yoldaş rektör” deyiverdi her iki hoca aynı anda. En arkadaki boş sıraya oturtulan Selman, elli kadar öğrenci adayı sırasını savana kadar beklerken, imtihanın gidişatını da gözlemledi haliyle. Sınava, hocaların masasına yayılmış soru yazılı biletlerden bir dal çekerek başlıyordu her öğrenci adayı. Ve her bilette üçer soru vardı. Soruların hepsini doğru yanıtlasa bile, masa altındaki gizli listede adı yoksa, bilmediği yerlerden soru yağmuruna tutulup “seneye denersin” diyen hocalar tarafından elenen adayların gözünün yaşına bakan yoktu. Elenen veya düşük notla hakkı yenen çok sayıda aday gözlemledi Selman. İtiraz edenleri dinlemiyorlardı bile. Adı listede yazan şanslılara da tam tersi davranıyorlardı açık açık. Selman’a yaptıkları gibi.
Listede adını görmedikleri için ufak bir kafa karışıklığı yaşandı. Bunu gidermek amacıyla olsa, bilet çekip karşılarına oturduğunda, hocalardan biri kalkıp dibine kadar sokuldu. Ardından kulağına eğilip fısıldadı sesini kısarak. “Neyin oluyor yoldaş Kadirov?” Soy isimlerin tutmadığını anında çaktı Selman. Amca olamayacağına göre “dayım” dedi çekine çekine.
Plansız, programsız doğaçlama gelişen yalanı tutmuştu. Sorgusuz sualsiz ilk sınavı “beşle” atlatırken gurur duymuştu pratik zekasıyla. Uydurduğu yalana kendi de kandığından, hiç değilse sonradan çalışıp çabalamak, okuyup öğrenmek aklının ucundan dahi geçmedi. Sömestr sınavlarını da dayısı veriyordu her nasılsa. Egosunu şişirtmekten başka bir şey de kalmıyordu ona haliyle.
Büyük gün gelip çattı. Her zamanki kibriyle, kendinden emin adımlarla geçip sırasına oturdu. “Sovyet Parti Tarihi” hocasıyla iyiydi arası. Kim olduğunu, en başlardan bilenlerdendi hoca. Saat dokuzu gösterdiğinde tüm öğrenciler sırasına geçti. Selman haricindeki herkesin yüzüne son sınavın heyecanı hakimdi.
Ne bir dakika geç ne bir dakika erken, tam saatinde kapıdan girdi rektör. Bu sabah kalp krizinden ölen hocaya saygı duruşu ve rahmet dileklerinin ardından, sınavı kendisinin yapacağını açıklayıp tek koluyla altına çekti sandalyesini. Oturduğu yerde kuruyup kaldı Selman. Midesine giren sancıyla soğuk soğuk terler boşandı sırtından. El ve ayak parmaklarından başlayan karıncalanma, tüm vücudunu sardı kısa sürede. Önündeki açık sayfaya düşen kan damlalarını gördüğünde anca fark etti dudağını ısırıp kanattığını. Bunca uyuşukluk içindeyken koca bir yalanın sonuna mı geldi sorusu çakıp durdu zihninde. Hiç olacak iş miydi? Fakültede onu tanımayan tek hoca rektördü, bu son sınavda karşı karşıya getirmişti kader onları. Beş sene boyunca kendisine “dayılık” yapan rektör, sahte yeğeni bir çırpıda kovabilirdi.
Bacakları titreyerek sınav sandalyesine oturdu. Karılmış kağıtların arasından çektiği biletin ilk sorusu üzerinde gidip geldi bakışları. “Kızıl Ordunun Ülkemize Giriş Yılı Ve…” arkasını okuyamadı. Kiril alfabesini oluşturan harfler yamuldu yumuldu, birer anlamsız mürekkep lekesine dönüştü. Sabırsızlanan rektör, tek eliyle uzanıp Selman’ın biletini alarak “başla” dedi “ilk soru da kolay çıkmış şansına.” Yutkuna yutkuna başını öne eğip sustu Selman. Kulak aşinası olduğu tek tük Tarih terimleri de uçuvermişti aklından. Değil Kızıl Ordunun ülkemize giriş tarihini, kendi doğum tarihini bile unutmuş durumdaydı. “E haydi, dakikalarca bekleyecek değiliz ya” Yok, Selman’dan çıt çıkmadı. Suskunluğu, rektörü çıldırttı en sonunda. Yumruğunu masaya vurarak “bilmiyorsun değil mi. Diploma alıp öğrenci karşısına çıktığında da böyle susacak mısın ha?!” Yarım kollu gömleğinin boş yenini parmak ucuyla çekiştirerek “iyice bak” dedi “senin gibilerle savaşırken gitti bu kol! Bir “dayının” gözdağı! Yılmadım, ama “bir elin nesi var” maalesef! Diplomanı onaylamak zorundayım öyle ya” derken beyaz saçlı kafasını salladı sinirle. “Hangi eşek oğlu eşek soktu seni bu fakülteye bakayım? Kime güveniyorsun, dayın kim lan!?” O naif görüntüsünden beklenmedik son sorular, ok gibi saplandı Selman’ın kafasına. Diken diken oluşunu hissetti saçlarının. “Siz!” dedi defalarca, ama içinden. Sesi çıksa açıklayacaktı belki, tutkalla yapışmış gibi aralanmadı dudakları. Sorusuna yanıt alamayan hoca, ısrarı bırakıp kendi yanıtladı, kendini. “Allah’ın bacısı oğlu olsan da fark etmez. Yıkıl karşımdan!”
Yalanı, yılana dönüşüp ayaklarına dolanan Selman, sendeleyerek çıktı kovulduğu kapıdan.