Mutluluğu onda bulmuşmuş. Kahpe çocuğu. Kim kaybetmiş de sen bulacaksın mutluluğu. Mut-lu-luk. Tuzluk ya da biberliğe benziyor. İçine mutluların konulduğu bir kap galiba; bizim evde hiç olmadı ondan, ne çeyizimde vardı ne de birileri verdi. Babam zaten miras olarak bana bir ev dolusu mutsuzluk bıraktı. Tek çocuktum, üvey anam olacak domuz da istemeyince, bu mirasın hepsi bana kaldı. O kadar çoktu ki etrafımdakilerle paylaşmama rağmen bitiremedim. Hatta gün geçtikçe çoğaldı, verdikçe arttığı doğruymuş demek ki. 

Kahpe de dedik ama yattığı yerde rahat etmeyesice kaynanam zamanında çok dediydi: Kızım kayınbaban da böyleydi, bunların cinslerinin gözü dışarıda olur, sen sen ol biraz kadın ol. Hangi ara olaydım? Senin felçli kocanın altını temizlerken mi, yemek yaparken mi, ev işleriyle uğraşırken mi, yoksa ardı arkası kesilmeyen misafirlere hizmet ederken mi? Elimizin nasırından, topuğumuzun yarığından kadın olmaya fırsat bulduk sanki. 

Boyun devrilsin İsmail. Pörtlek gözlü kâfir. Nasıl da uyuttunuz beni? Yaşadığını hissediyormuş. Geber İnşallah. Sanki ben seni öldürüyor muydum? Zehir zıkkım olsun emeklerim. Bir de boşanma kâğıdı göndermiş; içinde bir sürü zırva var. Akli dengem yerinde değilmiş… Madem öyle, siz görürsünüz deliyi. Kaçıp gidince kurtuldunuz mu yani.  

Ah kazma dişli Zarife! Hep senin bok yemen… Geçen yıl bu zamanlardı. Döne’yle çat kapı çaya geldiler. Hemen bir üzümlü kek çırptım, içine azıcık da fındık kattım. Bir güzel gıybet edip ömrümüzü uzattık, kocalarımızı çekiştirdik. Zarife kurtlu eltisinin kaynanasıyla arasının bozuk olduğunu ağzı kulaklarında anlattı. Sonra çocuklarının yaramazlıklarından dem vurdular, “Oh ne güzel, senin böyle dertlerin yok.” dedi Döne. Zarife dirseğiyle böğrüne çaktı Döne’nin, Döne yutkunup suçlu suçlu halıya dikti gözlerini. Zarife o gün cıvıl cıvıldı. “Kız bir haller var sende, kaşın gözün oynuyor.” dedim… Hiç deyip omuzlarını silkti ve kaçırdı gözlerini. “Yok yok!” dedim, “Sen böyle değildin, boş bakardı gözlerin şimdi içleri gülüyor.” Bir bacağını kalçasının altına alıp öne eğildi ve sesini kısıp “Ölümü görün ki kimseye söylemeyin!” dedi. Meğer gizli gizli doktora gitmiş de deli hapı kullanıyormuş. Bana “İlla sen de git. Bir hap kullanıyorum, şimdi kafam cam gibi.” dedi. Çantasından çıkarıp gösterdi. “Kız ne işim var benim deli doktorunda, deli miyim ben?” dedim. Yüzü düştü, kollarını göğsünde birleştirip küskün bir çocuk gibi “Oraya her giden deli mi oluyor?” diye cevap verdi. “Tamam kız alınma! Senin hapın bana gelmez mi?” dedim. “Yok öyle olmaz.” dedi, hapı hemencecik örgü malzemelerini de koyduğu kucağındaki ucuz siyah çantasına tıkıverdi ve çantasını kendisine doğru sıkıca çekti. “Belki doktor sana başka şey yazacak, zehirlenir mehirlenirsin suçlusu ben olurum sonra!” Kız bari bir tane ver desem de oralı olmadı. Ama sonunda beni doktora gitmeye ikna etti. Ne bileydim ben! 

Tıpkı şimdi yaptığım gibi, etrafta bir gören var mı acaba deyip tedirgince çevreyi süzdükten sonra, suçlu suçlu bekledim doktorun kapısında. İçeri girdiğimde at suratlı bir doktor beni karşısındaki sandalyeye oturttu ve “Geçmiş olsun. Anlat bakalım neyin var?” diye sordu. Ellerimi önümde birleştirdikten ve ayaklarımı çapraz yaptıktan sonra yutkunup titreyen sesimle anlatmaya başladım: “Tüm dünya birleşmiş üstüme yürüyor hocam.” dedim, “İştahım yok, uykularım bölük pörçük. Sürekli yorgunum, ha bire ağlamak istiyorum. Beş kuruşluk bir eşyayım sanki. Akşamları bulgur mu yoksa pirinç pilavı mı pişireceğime karar vermek için bile bir saat düşünüyorum. Sanki tüm dünyaya borcum var…”

İsmail’i canımın çekmediğini de anlatacak oldum ancak utandım. Doktor gözlüğünü çıkarıp iz olmuş burun kökünü ovaladıktan sonra gözlerini kıstı ve “İntihar düşüncen var mı?” diye sordu. İrkildim, sağ avucumun içindeki sol elimin parmaklarını kuvvetlice sıktım, “Tövbe hocam, intihar edenin cenazesi bile kılınmaz!” dedim. “İnsanın düşüncesi fiile geçmeyince günah olmaz.” dedi doktor. Öyle olunca başımı öne eğip yutkundum ve bazı zamanlar, tavanda çengel olmadığından evde ip bağlayacak yer aradığımı söyledim. “Buldun mu bari?” dedi doktor. Aklıma en çok yatan yerin, vestiyerdeki üst dolapların kulpları olduğunu söyledim. Hem içten içe, İsmail’in iş dönüşünde kapıyı açıp beni öyle görmesini ve kahrolmasını arzu ediyordum. Doktor derin bir nefes alıp alnını ovaladı, elindeki kalemi masaya bırakırken “Derin bir depresyondasın. Seni hastaneye yatırmalıyım.” dedi. Telaşla yüzüne baktım, “Aman hocam ne hastanesi, ilaç yazıverseniz? Bizim Zarife de böyleydi. Bir hap kullanıyor şimdi çok iyi.” dedim. “Senin durumun evde kullanacağın ilaçlarla hemen düzelecek gibi değil. Bir süre misafir edelim seni, biraz toparlan sonra göndeririz.” dedi taş gibi ağır bir sesle. 

İstemememe rağmen hayır diyemedim. Sonra evden biraz uzaklaşmanın iyi olacağını düşünerek kendimi avuttum. Gâvur İsmail de hiçbir şey demedi. Meğer gün doğmuş ona da. Neyse yattım hastaneye. Yatmaz olaydım. Adım deliye çıkmadı mı? Kız duydunuz mu, Hatice delirmiş de hastanelere düşmüş. İsmail’in avradı var ya, kadın kafayı oynatmış… Ha kıçımın kenarları, siz deli görmemişsiniz.   

Yirmi gün yattım hastanede. Sadece bir kez geldi İsmail ve somurtup gitti. Oda arkadaşım benim gibi depresyondan yatan bir genç kadındı. Ancak beş gün sonra, hastane bahçesinin kuytu bir köşesinde, akşam bir hastabakıcı ile şey yaparken yakalandı. Meğer kız orospuymuş da hastaneyi randevu evi gibi kullanıyormuş. Onu taburcu ettikten sonra yanıma, elleri pancar gibi kızarmış temizlik hastası bir kadını verdiler. İyi anlaştık kadınla. Şizofren bir oğlu varmış; oğlan kendini insan etinden sucuk yapan bir tesisin sahibi olduğunu sanıyormuş. Allah başa vermesin… 

Yirmi gün boyunca hocasından talebesine gelen giden eksik olmadı. Sordular da sordular. Yok beslenmen nasıl, iyi uyuyor musun, eşin ne iş yapıyor, ne kadar kazanıyor, çocuğun var mı, nerede oturuyorsunuz, ev sizin mi, yatak hayatınız nasıl… Neredeyse her sabah, kirli formalı bir hastabakıcı “Vizit var vizit!” diyerekten refakatçileri kışkışlar gibi dışarı çıkardı. Sonra sürü halinde beyaz önlüklü doktorlar girdi içeri. Sürünün başı deve dudaklı doktor, yatışımın on birinci günü odamızdan çıktıktan sonra ellerinde not defterleri, ağzı açık kendisini dinleyen genç doktorlara benim hakkımda bazı şeyler söyledi. Duydum çoğunu: 

“Hatice’nin hayatını bir sinema filmine benzetebiliriz. Ancak başrolü hep başkası oynamış. Yani bu filmin aktristi olmak yerine izleyicisi kalmış Hatice. Sadece seyretmiş. Sonunda sıkışıp kalmış ve ne istediğini bilemez hale gelmiş. Önemli olan kendisi değil hep başkası olmuş…”

Artık başrolü kapmanın vakti geldi. Bunun için biraz delirmek gerekiyormuş demek ki. Birazdan yakacağım deyusun dükkânını. Benim tanıdığım İsmail’se sigorta falan yaptırmamıştır. Üvey anam olacak kancık karşılasın zararı artık. Peşlerine düşmeyeceğimi mi sandılar. Bırakır mıyım böyle sizi. Benim yaptığım bilinir mi? Bilinirse bilinsin, ne de olsa ben deliymişim… İçime akan bu ılık şey de ne? Mutluluk dedikleri bu olsa gerek…