Karşılıklı tribünlerden biri nasıl enine boyuna sarı kırmızıya kesmişse, diğeri de o kadar sarı laciverte… Tek ortak noktaları formalarındaki sarı renkleri… O da gözün sarı nokta hastalığı kadar kör, hiçbir işe yaramıyor. İki takım için her şey ama her şey birbirlerine galaksiler kadar uzak ara, yabancı… Bir tribün kırmızı pelerinli matadorsa diğeri azgın boğa… Aralıksız saldırıyorlar birbirlerine sahadaki on birer kılıç ve boynuzlarıyla…

Zavallı hakem, yaklaşık beş dakikadır elindeki düdüğü öttürmekten avurtları şişse de hâlâ düttürü düttürü çalmaya devam ediyor. Bir yandan da diğer eliyle sürekli birbirinin üzerine atlamaya hazır futbolcuları ayırmaya uğraşıyor. Sarı kartlar havalarda uçuşuyor. İtiraz üzerine itiraz gelince en sonunda hakem, kenara VAR işareti yapıyor. Yapar yapmaz sükûnet beklenir, di mi? Nerdeee? Tribünler anında harekete geçiyor. Meksika dalgaları mı istersiniz, öne arkaya yatmalar mı? Ne isterseniz var yani… VAR sonucunu beklemekten gayrı her şey… Karşılıklı iki koro halinde küfrün bini bir para, hem de türlü türlü melodili haliyle en yüksek perdelerden kusuluyor ağızlardan… Birbirlerine savurup duruyorlar. Utanma duygusu stattaki şiddetin şiddetinden ürküp nerelere saklanmış bilmem. En sevdikleri:
“Cim cim cim / Dal dal dal / Cim dal cim dal dal / Fener, Fener… / Al al al…”
Karşı tribün durur mu hiç? Anında geliyor cevap:
“Cim cim cim / Dal dal dal / cim dal cim dal dal / Gassaray, Gassaray… / Al al al…”
Diyerek avazları çıktığı kadar hep bir ağızdan bağırırken çoluk çocuk, genç-yaşlı, kadın-erkek, sağ kollar havada, eller iki parmak arası fırlamış tek parmaklı arkadan öne, ritmik ve uyumlu hareketlerle sallanıyorlar, bir sürü insan… Sürü psikolojisi dedikleri bu mu acaba? İçindeyken ne yapsan mübah.
Oturduğum yerde gitgide büzüşerek Korhan’ın boştaki koluna iyice yapışıyorum. Kendimi bir ateş çemberinin ortasında hissediyorum. Ağzından lavlar saçan, nefret kusan bir sürü ejderha var etrafımda. Korkudan tir tirim. Formasının kolunu çekiştiriyor, “Hadi gidelim, lütfen gidelim!” diyorum ikide bir. Ama beni duyan da yook, takan da! Bir yandan da tamam gidelim dese, bu cehennemden nasıl çıkarız, onu da bilmiyorum. Ama şu an istediğim tek şey bir an önce buradan uzaklaşmak. Yeniden asılıyorum koluna. Artık nasıl asıldıysam, bu defa lütfederek dönüp bakıyor: “Söyle aşkım!” Şu lafa da gıcık oluyorum! Eşek kadar olmuşuz, hala aşkım… Neyse, şimdi hiç sırası değil. “Gidelimmmm!” diye en yüksek perdeden bağırıyorum ki sesimi ancak duysun. O anki yüz hali anlatılmaz yaşanır, sanki UFO’dan uzaylı inmiş de onu görmüş kadar şaşkın, dumur oldu adeta! “Gidelim mi? Delirdin mi sen?” “Efendim?” “Delirdin mi, diyorum.” “Haa, bi tek ben deli, herkes akıllı, öyle mi?!” diyerek elimle etrafı gösteriyorum. Kızıyor, “Bırak ya!” diyor. Şaşırma sırası bende, küçük dilimi yutucam adeta. Nerde o plaza beyefendisi nerde bu Kasımpaşalı serseri… Somurtup başımı öne eğiyorum. Benden başka herkes ayakta… Kendimi o kadar ufalmış hissediyorum ki yanlışlıkla üstüme bile basabilirler. Tam o sırada yine bir uğultu kopuyor statta. Korhan birden dönüp beni sarsmaya başlıyor: “Penaltı, penaltı…” Öylece bakıyorum ışık görmüş tavşan gibi hareketsiz. Aynı anda tribün de coşuyor: “Yaya ya, şaşa şaşa hakem hakem çok yaşa! Lay lay lay lay lom!” gibi bir şeyler çığırıyorlar yine avaz avaz ve aniden susuyorlar. Oh, demeye kalmıyor “İbne hakem, ibne hakem!” korosu başlıyor. Hadi bu sefer bizim taraftan “Yuhhh!!!” sesleri ve müthiş manzumeler dökülüyor. Birden yine bir sessizlik, herkes yerine oturuyor. Hayretler içerisindeyim. Meğer hakem penaltı noktasını göstermiş. Futbolcunun biri topun başında, konsantre olmaya çalışıyor. Kaleci iki direk arası gidip geliyor, panter vaziyetinde. Hakemin düdüğü çalıyor ve oyuncu topa vuruyor. Kızılca kıyamet işte o anda kopuyor. Tribün yıkılacak sanıyorum zıplamalarından. Çaresiz ellerimle kulaklarımı kapayıp göz kapaklarımı da indirince iyice büzüşük vaziyette oturduğum yerde birazcık soyutlanabiliyorum. Soyutlanmak mı? Bir anda Korhan’ın beni kollarımdan tuttuğu gibi kaldırıp sarılmasıyla birlikte zıpzıpa dönüyorum. “Gol gol!” diye bağırıyor, kulağımı patlatacak neredeyse. Bu nasıl bir duygu dalgası böyle? Sarkaç iki uç arasında gidip geliyor, gidip geliyor. Bir türlü ortasını tutturamıyorlar. Bu arada karşı tribünden yapılanları, söylenenleri anlatmayı yüreğim kaldırmıyor artık. Uğradığım sarsıntı sonucu sersem vaziyette Korhan beni bırakır bırakmaz yerime çöküyorum.
Kırk beş dakikalık bir zaman dilimi bu kadar mı zor geçer? Einstein haklıymış, ne kadar da göreceli şu zaman kavramı. Bir gün gibi geliyor bana. En nihayetinde ara düdüğü çalıyor. Ortalık biraz sakinleşiyor. Korhan kendine geliyor. O bildiğim plaza kibarı yine… “Nasılsın aşkım; şansına da ne maç oluyor amma, haa!” demez mi… Hay ben şansıma mı, aaa hiç statta futbol izlemedim diyen kafama mı? Bakıyor ki ben dumur. Sarılıyor şefkatle, yerine oturmuş, hayretler içerisindeyim. “Ya, işte böyle,” diyor, “bizim ortamlar. Sen şimdi ilk defa geliyorsun ya, şaşırdın tabii. N’apıyo bunlar diyosun.” Maç izlemekten başka her şeyi yapıyorsunuz. Hiç utanmıyor musunuz?” diyorum asice. “Neden utanalım ki? Gayet normal bunlar,” diyor ellerimi tutarak; ay pek romantik! “Başka nasıl atalım ki içimizde birikenleri? Bak şu insanlara. Burada atıyorlar toksinlerini. Yok mu kızım hiç seni de delirten? Sen de ona ver veriştir. Al, al, al de, kurtul yüklerinden!” diye, utanacağı yerde bir de malum hareketi göstererek bana ders vermez mi? Haydi bakalım, hayırlısı… Meğer, tanıdığımı zannettiğim, bir maçla tanınmaz hale gelen sevgilimin holigan yetiştirme kursuna gelmişim. Anlaşılan koca statta yapılanlardan, söylenenlerden utanan anormal bir tek benmişim! Birden canım daha da sıkılıyor. Şu beyin denen organ ne kadar da enteresan! Nerden aklıma düşürdüyse? Ne alakaysa? Aklıma gelenlerle daha bi sarsılıyorum. Demek ki 6-7 Eylül olayları dedikleri de böyle sürü psikolojisi içinde… Aman Tanrım! Demek ki sürünün içindeysen vicdana da gerek yok, utanmaya da… Sürüden ayrılanı kurt değil vicdanı kapıyormuş meğer!!!