Bu benim felaketim, daha doğrusu bunlar benim felaketlerim. Zira başıma gelenler birden fazla. Canım o kadar acıyor ki. Salaksın kızım sen, hem de süzme salak. İnsan bir kere hata yapabilir, sonra onu başka bir hata izler belki ama ya sonrakiler… Yaşım yirmi yedi, işim gücüm yerinde, eğitimim sağlam, e gayet de güzel hatunum. Peki kendimi böylesi bir çıkmaza sokmamı nasıl açıklayabiliriz?
Altı haftadır sabah gözümü açıyorum ve ilk on beş saniyemi yüzümde gülümseme ile geçiriyorum. Ama hemen ardından ta ertesi sabaha kadar sürecek kâbus dolu dakikalar, saatler başlıyor. On altıncı saniyede birden huzur uzaklaşıyor ve ben o boktan gecenin acısını hissetmeye başlıyorum, çaresizce bağırdığım anları hatırlıyorum ama gerçekte yaşadıklarımı hafızam benden gizliyor. Belki de beynim beni korumaya çalışıyor ve ben hatırlamak için zorladıkça o daha hızlı siliyor anıları, çok utanıyorum.
Kimseye anlatamadım o geceyi. Koskoca altı hafta geçti üzerinden, işime gittim geldim, akşam arkadaşlarla takıldım, annemi ziyarete gittim, kedimi besledim. Hayatımın akışını hiç değiştirmedim, yaşadıklarımı silmeye çalıştım.
Sıkıntı şu aslında; gerçekte ne yaşadığımı bir tek ben ve o bardaki herif biliyor. Aslında bir tek o herif biliyor, bende ara ara kopukluklar var, ne kadar zorlasam da zihnimi tam toparlayamıyorum. Bardaki sekiz tek tekila, sonra onun evine gidip bir kadeh de cin tonik içtikten sonra olanlar bende hiç yok.
O gece içmeseydim, bardaki herifin evine gitmeseydim, uyandığımda etrafa bakıp “ne oldu bana, neredeyim ben?” diye panik halde koşuşturacağıma bacaklarımdaki morlukları görseydim, kasıklarımdaki dayanılmaz ağrıyı geçiştirmeyip hemen bir hastaneye gitseydim de ne olduğunu anlasaydım… Ama salak ben, adamın evinde hiç hatırlayamadığım bir şeyler yaşadım ve sızdım. Kendime geldiğimde içimi yakan o acıyı umursamadım, morlukları da görmedim ve hastaneye gitmek aklıma bile gelmedi. Hiç düşünmeden kıyafetlerimi hemencecik üzerime geçiriverdim, çantamı kaptım, ayakkabılarımı da elime aldığım gibi attım kendimi o pislik yerden dışarı. Asansöre nasıl bindim, kaçıncı kattaydım, caddedeki taksiye ne ara bindim hiç fikrim yok.
Evime gelip de kendimi üçlü kanepeye atana kadar geçen zaman mekân olay üçlemesi bende hâlâ net değil. Kanepemin kendine has bir kokusu olduğunu ve bu kokunun bana nasıl huzur verdiğini ilk defa o gün fark ettim. Yaklaşık yirmi saat kadar uyumuşum kanepemde. Pazar günü öğleden sonram kaynar suyla duş yapıp içimi dışımı tüm yaşadığım saçmalıklardan temizlemeye çalışmakla geçti, ha bir de yaklaşık iki buçuk paket sigara içtim. Sigaranın yanına içki istedim ama midem almadı, kustum. Kahve yaptım şekersiz, sütsüz katran kıvamında. Midem onu da almadı. Bir ara o bara gidip o herife bakasım geldi. Sonra kendimi daha fazla rezil etmenin anlamı olmayacağını düşündüm. Filmlerde oluyor ya hani kamera kayıtları falan izleniyor. Ekranda seyredince güzel keyifli de kurban sensen değil.
Bir yanım olup biteni öğrenmek isterken diğer yanım “Boş ver kızım ya, olan oldu, neyse ne. Kurcalama da rezillik büyümesin.” diyerek yaşamış olduklarımı “rezillik” olarak nitelendirip beni kurban durumundan suçlu durumuna alçaltıyor. Ama hayat devam ediyor. Evet, ciddi saçmaladım ama geçti bitti. Bunları altı haftadır kendime söylüyorum, evden çıkmadan önce, aynanın karşısında, hem de yüksek sesle. Kendime nasihatlerim bitince çantamı alıyorum, yüzümde tatlı bir gülümsemeyle arabama gidiyorum ve sonra doğru işe. Günümün devamı aynı maskeyle geçiyorum ta ki eve gelip tek başıma kalana kadar.
O geceden beri her akşam eve döner dönmez en az iki kadeh cini bol, toniği ve buzu az karışımımı hazırlıyor, pencereden dışarı bomboş gözlerle bakıp beynim mantıklı düşünemeyecek hâle gelene kadar hızlı hızlı yudumluyorum içkimi. Bazı geceler makyajımı çıkartmadan sızıyorum mis kokulu kanepemde, bazen duşumu alıp kremlerimi sürüp öyle yatıyorum. Yemek gâh yiyorum gâh yemiyor işyerinde yediklerimle ertesi sabaha uyanıyorum. Bir tuhafım yani son altı haftadır, dengesiz. Bir ara yardım almayı da düşündüm ama sonra anlamsız geldi. Doktor geçecek karşıma “Depresyon başlangıcı” teşhisini yapıştıracak sonra da “buyurun nokta nokta hapınızı her akşam zıkkımlanın,” diyecek. İnanmıyorum ben depresyona, bence tamamen doktor onaylı bir şımarıklık durumu. Çok sert oldu bu tanım ama etrafımda çokça var bu tiplerden, hepsi de bu tanıma birebir uyuyor.
Son iki haftadır vücudumda bir tuhaflık var. Dengemi sağlayamıyorum, fazla içmekten olabilir. Annem de fark etmiş olacak ki geçen cumartesi kahve içmeye uğradığımda yüzüme endişe dolu gözlerle bakıp “Sende bir şey var, yüzün gözün şişmiş,” dedi. Her gece içtiğimi, sızıp saatlerce uyuduğumu, denge kaybı sorunu yaşadığımı, sürekli yorgun hissettiğimi paylaşmadığım için de anlam veremedi. “Bu ayki reglimin düzeni şaştı.” diyebildim. “Hafiften bir şeyler geliyor ama tam değil, bir de çok uyuyorum bu aralar, yüzüm gözüm ondan şişmiştir,” diye kendime göre en mantıklı cümleleri söyledim, o da “e peki madem öyle olsun” anlamında başını inanmayarak salladı. Annemle ne güzel anlaşıyoruz.
Yedinci hafta da geride kaldı, zaten bulanık olan hafızam iyice sildi gibi o geceyi. Ben de o gecenin bıraktım peşini.
Bugün işte çok yoruldum, gözlerimi açık tutamadım resmen. Sabah erkenden elimdeki dosyaya gömüldüm, üç saat kalkmadım başından. Artık nasıl yorulduysam öğlen arasında depodaki kanepeye bir uzanmışım tam iki saat deliksiz uyudum diyebilirim. Millet meraktan çatlamış, telefonum da çekmecede sessizdeydi; depodan bir çıktım herkesin gözü üzerimde. Yayın yönetmeni “İstersen eve git, gerçekten bitkin gözüküyorsun.” deyince ikiletmedim. Kendi kanepeme kendimi atıp hemen uykuya dalmak istiyordum. Arabaya yürürken bile yalpaladığımı hissettim, içmemiştim ama çakırkeyif tadında bir dengesizliğim vardı. Yola çıktım, açlıktan midem bulanıyordu. Sonraki dakikaların çoğunu hatırlamıyorum, garip bir şekilde o geceki barın önünde durmuşum. Oraya nasıl gittim ve en önemlisi neden oraya gitmek istedim hiç fikrim yok. Sanırım aynı tabureye oturdum ve yine bir tek istedim. Barın aynasındaki yansımadan çaktırmadan içeriye göz attım, kimi görmeyi umduysam artık. Beynim bana oyun oynuyordu sanki. Hatırlamama izin vermiyor, sonra tam unutup hayatıma devam etme kararı almışken beni o geceye geri getiriyordu. Bir an önce bardan çıkmak istedim, o geceyi hatırlatacak kimseyle karşılaşmak, hiçbir detayı hatırlamak istemiyordum. “Zaten o gece hiçbir şey olmadı, içkiyi fazla kaçırmam ve herifin biriyle takılmamdan başka kayda değer hiçbir şey olmadı.” Bunları içimden tekrar ede ede arabama yürüdüm, çalıştırdım. Hâlâ açım. Eve gider gitmez dolapta önceki geceden kalma iki dilim soğuk pizzayı gömer hemen atarım kendimi kanepeme diye düşünüyordum ki inanılmaz bir sesle sarsıldım. Araba dönüyordu, duramıyordum. Ayaklarım sağa sola savruluyor içeri dolan bembeyaz tozdan başka hiçbir şey görmüyordum. Kendimden geçmiş olmalıyım.
Hastanedeydim ama bilincim çok bulanık; etrafımda bir sürü telaşlı insan durmadan bir şeyler söylüyorlar ama tek kelime bile anlamıyorum. Annemin sesini duydum sanki. “Hemen ameliyata almalıyız, nerede kaldı test sonuçları?” diye sinirli sinirli konuşan tok bir erkek sesi çınladı kulağımda.
Yavaş ya, sessiz olun. Uyuyacağım ben, pizza nerede, burası kanepem değil. Tuhaf kokuyor bu yatak, kedinin kumunu değiştirecektim, tüh! Ne pis kokmuştur şimdi oğlumun tuvaleti.
Beyaz bir oda, çok beyaz. Tok sesli adam ve annem var odada. Annem kızacak şimdi, şişmiş yüzün gözün diye, çok uyudum ben, ama güzel uyudum bu sefer.
“Günaydın Gizem Hanım, ben doktorunuz Suat Karlıca. Geçmiş olsun, kötü bir kaza geçirdiniz, ameliyatınız başarılı geçti merak etmeyin, iki haftadır yoğun bakımdaydınız. Gerçekten ucuz atlattınız,” böyle bir şeyler dedi tok sesli adam, anlamadım tam, sonra devam etti: “Bir hafta daha sizi misafir edeceğiz, sonra eve çıkabilirsiniz. Anneniz de sizinle olacak, şimdi bazı testler için hemşire kan alacak.”
O an aklıma ilk gelen kedim oldu “Oğlum nasıl doktor?” diyebildim. Doktor Suat gülümsedi, önce anneme sonra bana baktı “Tam on haftalık olmuş, kız erkek göremedik henüz tabi ama bebeğiniz gayet sağlıklı. İçinize oğlan doğdu demek, anneler bilir derler. Gayet sağlıklı, güçlü bir bebek. Tebrik ederim.”
Hastane odası annemi son gördüğüm yer oldu. Onun sesinden duyduğum son kelimelerse “Düpedüz rezillik bu, tam bir felaket!”