Karşımda oturuyordu. Dinlene dinlene konuştu. Kulaklarıma inanamadım. “Hiç iştahım yok. Rica ederim ısrar etme. Artık ne kadar yiyebilirsem.” Çatalı bıraktı. Üç kısa cümle nefes nefese bırakmıştı koca adamı. Ağzımdaki lokmayı zor yuttum. Kemoterapiden bir gün önce kahvaltı için evine gitmiştim. Çayı demlemiş, masayı hazırlamıştı. “Bir ay içinde üç kilo verdim diye devam etti. İnatçı bir öksürük sözüne devam etmesine izin vermedi. Biraz soluklanınca “Bir de bu soyka eklendi on, on beş gündür.” Yüzü kızarmıştı. “Gıcık geldi her halde” dedim söylediğime inanmayarak. Yüzüme öyle bir bakış baktı ki, küfür etseydi daha iyi. Kahvaltının tadı kaçmıştı. Ben de fazla bir şey yiyemedim. Bir gün önce yaptığım cevizli kekten, herhalde ayıp olmasın diye, bir ısırık aldı. Çökmüş avurtlarını şişirerek çiğnedi. Bir yudum çayla yutup arkasına yaslandı. Daha fazla yiyemeyeceğini anlamıştım. Haşladığı yumurtanın yarısını yemişti. Masayı topladım. Gözleri kapalıydı.. Birer çay daha koydum. Masanın üzerinde duran ilacını işaret ettim. Yuttu. Sessizce çaylarımızı içtik. Televizyon seyrettik. Sonra balkona çıktık. Birer sade kahve yaptım. Bir iki espri yapıp güldürdüm. O da bir şeyler söyledi. Vakit öğleden sonra olmuştu. Sabah dokuz gibi gelmiştim. İstanbul’un bir ucunda oturuyordu. Hangi otobüsle döneceğimi konuştuk. Vedalaşıp çatı katındaki evinden ayrıldım. Yol uzun, otobüste okurum diye yanıma aldığım kitabı elime almak içimden gelmedi. Yol boyu çevreye boş gözlerle baktım. O günün bir anlamı var mıydı benim için? İçimdeki sıkıntıyı ayrılırken söylediği şu sözler bir nebze hafifletti mi? Bilemiyorum. “Geldiğin için çok sevindim. Teşekkür ederim. Benim için dua et lütfen.” Son yıllarda herkesin dilinde olan “Her şey çok güzel olacak” mottosunu söyledim. Isırır gibi güldü. “Hadi eyvallah” diyerek omuzuna dostça bir yumruk attım.
Birkaç yıl önce eşinden ayrılmıştı. Orta okuldan beri arkadaşımdı. Aynı lisede okumuştuk. Su içinde altmış yıl. İktisadı bitirmişti. Önce bankalarda çalıştı. Emekli olunca bir ahbabının yanında sigortacılık yapmaya başladı. Birkaç yıldır Tekirdağ’daki yazlığıma geliyor, bir ay kadar kalıyordu. Evli iki oğlu, üç torunu vardı. Laf aramızda bir de sevgilisi vardı. Sık sık telefonda tartışırlardı. Önce kızar, “Bir daha aramam” der, ertesi gün benden arayı yumuşatıcı tavsiyeler alır, kısa mesaj yazardı.
Her akşam gün batımına yakın havuzdan dönünce küçük bir çilingir sofrası kurardık. Peynir, üzüm, yeşil zeytin, kuru yemiş. Yemek vaktine kadar birkaç kadeh parlatırdık. Gün batarken bisikletle sahile iner, gurup fotoğrafları çekerdim. Görünce “İyi yakalamışsın gün batımını” derdi. Gitmeden önce çoban salatası yapması için malzemeleri önüne koyardım. Geldiğimde meyhane pilavı yapar, sotelenmiş tavukları, köfteleri ızgaraya atardım. Akşam yemeğine oturduğumuzda hava karamış olurdu. Birkaç kadeh daha içerdik. Müzik setinde çalan Hicaz, Bayati, Nihavent şarkılara eşlik ederdik. Üçüncü mısraları ikimiz de unuturduk. Sigara kullanmazdık, lakin yemek sonrası kahvelerimizi içerken canımız çekerdi. Gençliğimizde çok içmiştik. Şimdi yaş kemale erdiğinden neredeyse yirmi yıl önce bırakmıştık. Artık aklımıza gelmiyordu.
Sek içerdi. Son kadehte gözleri kapanır, dili peltekleşir, kafası arada bir göğsüne düşerdi. “İstersen geç, biraz uzan” derdim. Hemen gözlerin açar, hafifçe sitem ederek “Uykum gelmedi, şu şarkı bitsin içeri geçip televizyon seyredelim” derdi. Karpuz, kavun, kiraz mevsimine göre ne varsa yedikten sonra kahve yapardım. “Senin şu bulgur pilavına bayılıyorum. Tarifini ver, ben de eve gidince yapacağım” derdi. Kaç kere verdim, hem de yazılı olarak. Hepsini kaybetmiş. Her yıl yeniden tarifini verirdim. Ne günlerdi. Sonunda öğrenmiş olmalı ki İstanbul’a döndükten sonra bir akşam aradı. “Meyhane pilavını yaptım sonunda. Ama seninki gibi lezzetli olmadı.” Aslında bütün sırrı soğan, yeşil biber beraberce sızma zeytin yağında kavrulacak, sonra kabuğu soyulmuş domates eklenecek. Yıkanmış bir ölçek bulgura iki ölçek kaynar su hesabıyla, miktar-ı kâfi tuz, acı pul biber eklenip ağzı açık olarak suyu çekene kadar pişirilecek. Suyunu çekince tencerenin, ben tava kullanıyorum, ağzı kapatılıp on beş dakika dinlendirilecek. Sonra, senin ellerini benim ayaklarımı bağlasınlar. Afiyetle.
Arada bir yan komşumuz mimar Fevzi Bey gelirdi yemeğe. Gençlikte yaptığı çapkınlıkları anlatırdı. Tekrar tekrar dinlerdik, ilk defa duyuyormuş gibi. Bir de Fevzi abi yılda bir, iki kez çi börek yapardı benim evde. O hamuru yoğurur, ben içini hazırlardım. Arkadaşım da bizi seyrederdi. Bir defasında biz çi börek yapımına, bir taraftan da kızartmasına dalmışken baktık seninki ortada yok. İçeri geçip uzanmış. Baktım ağzı oynuyor. “Hayrola” dedim. “Dayanamadım iki tane yedim” demez mi köftehor. Hepsi kızarınca buz gibi diyet kola açtık, adam başı sıcak sıcak dört beş tane götürdük. Üçümüz de gırtlağımıza düşkündük. Ne güzel günlerdi.
Yıllar o kadar hızlı geçiyor ki. İyice yaşlandık. Ben de eşimi uzun yıllar önce kaybettim. Onun gibi yalnızdım. Üstelik sevgilim değil bir kedim bile yoktu. Çocuklar beni arada bir yemeğe çağırırlar, bazen de dışarı götürürlerdi. Karnıyarık, iskender kebap, etli kuru fasulye, pilav en sevdiğim yemekler. Damak tadım fena değil. Lakin arada bir onu hatırlıyorum. Bu lezzetleri o da tatsa ne derdi acaba diye düşünüyorum. Birlikte, keyifle yediğimiz yemekler hatırıma geliyor. Hele kışın Galatasaray balık pazarında Mercan’da yediğimiz çeyrek ekmek arası kokoreç. “Kuzu pirzolasına değişmem” derdi. Sonra oradan çıkar Beyoğlu’nda ünlü bir muhallebiciye giderdik. Cevizli baklava, dondurmalı kazan dibi, kaymaklı ekmek kadayıfı, künefe, ayva tatlısı, keşkül-ü fukara, hangisini canımız çektiyse afiyetle yer, üstüne iki bardak çay içerdik.
İlk kemoterapiden sonra yine balık pazarında buluştuk. Geç geldi. “Yavaş yürüdüm” dedi. “Onun için geciktim”. Oldukça yorgun görünüyordu. Kokoreçleri söyledim. Sevdiği yemek olunca tabağı sıyırıp tertemiz yapan adam çeyrek ekmeğin yarısını zor yedi. Israr etme der gibi yüzüme baktı. Bir şey söylemedim. Başımı eğip tamam dedim. İçimde bir yangın vardı. “Nereye kadar” diye bir çığlık yükseldi yüreğimden. Bir saat kadar oturduk. Bu süre içinde hiç öksürmediği dikkatini çekti. Bunu hatırlattım. “Evet” dedi. “Fazla öksürmüyorum. Herhalde tedavi tesir etmeye başladı”. “Tabi ki” diye destekledim. “Mutlaka faydası olacaktır.” “İnşallah, bakalım” dedi. “Ama sarsıyor, yataktan çıkmak istemiyorum. Çok yorgun hissediyorum kendimi.”
Şimdi düşünüyorum da sağlığım yerinde; uykum, iştahım fena değil. Karnım acıkınca sevdiğim yemeği ağız tadıyla yiyebiliyorum. Özelikle yalnızken aklıma geliyor birlikte geçirdiğimiz mutlu günler. Çoban salatanın mayhoş suyuna ekmek batırıp büyük bir iştahla yediği sofralar. Benim bu günlerde ondan ayrı yediğim yemeklerden aldığım lezzet içimi sızlatıyor. Buna hakkım olup olmadığını sorguluyorum. Hayat böyle bir şey. Ayrılık olsa da yaşam devam ediyor. Lezzetin ayartıcı coşkusuna kapılıp karnımı doyururken son lokma boğazımdan zor geçiyor. Aldığım bu keyiften UTANÇ duyuyorum desem yeridir.