İlk tepkim, korkuyla karışık şaşkınlık oldu ve aniden arkama döndüm. Arkamda bir yabancı duruyor sandım. Benden başka kimsenin yaşamadığı bu küçücük dairenin avuç içi kadar banyosunda başka kim olabilirdi ki! Tekrar ve bu sefer dikkatli baktım aynadan bana bakan adama. Gözkapakları iyice sarkıp göz uçlarına ve kirpiklere abanmış, gözyuvarları iyice ufalıp görüş alanı daralmış bu gözlerde, canlılık pırıltısı namına bir şey kalmamıştı. Yüzünün her çizgisinde yerçekiminin etkisi artmış, ağız çizgisinin uçları bile yere doğru sarkmıştı. Şişik gözaltı torbaları parlak, bakışları buğulu, ölü balıkgözleriyle doğrudan yüzüme bakıyordu. Ve ben bu adamı ilk defa görüyordum sanki!..

Her sabah yüzünü yıkıyordum. Dişlerini fırçalıyordum. Birkaç günde bir kere de olsa tıraş ediyordum yüzünü. Sakalını düzeltiyor, belki saçlarını bile tarıyordum. Hadi taramasam bile parmaklarımla düzeltiyordum. Gel gelelim… Adamın yüzünü görmemişim… İyi mi? Bakmamışım adamın yüzüne. Bıkkınlığını, çaresizliğini, dar alana sıkıştırılmışlığını, umut depolarının tamtakır, durumunun vahim, geleceğinin karanlık olduğuna dair bütün bu işaretleri görmemişim! Gereksinim duyup adamın yüzüne bir kere olsun bakmamışım! Kaşına gözüne, saçına sakalına bakmışım, burnunun ucundaki minicik sivilceyi sıkmışım da bir kere bile dönüp yüzüne bakmamışım. Suretinin ardındaki insanı görememişim. Üstelik… Ona bakmamış olduğumun farkına bile varmamışım! Sıra adamın yüzünü, yüzünün ardındaki İnsanı görmeye gelince, gözlerim ayrıntılara takılıp kalakalmış!..

Adam sende… Kim kimin yüzüne bakıyor, yüzünün ardındaki, İnsanı görüyor ki bugünlerde! Harbiden yüzlerimize bakacak yüz mü bıraktılar bizde? Hep başkalarını suçlasak da başkalarının da bizi suçladığını biliyoruz. Ortak suçumuz, korkaklığımızın bizi yapacaklarımızı yapmaktan alıkoyması. Ben bu durumun dışında kalabilen istisnalardan değilim ki!..

Ve belki bütün bu ayrıntı takıntıları, sırf esas olanı görmemek içindir. Kendi karanlık kapanımdan kurtulup, düzenle el ele ördüğüm o kahrolası kozadan çıkamadığım için görememişimdir… Olabilir! Benim gibi herkesten biri olan, herkes gibi bir İnsanoğlu, olup bitmekte olan ve gelecekte olacak hallerin vahametini görmemek için, kendimizi içimize kapatıp kilitliyoruz insafsızca!

Bir tür “Kendini Mahkûm Etme Hastalığı,” (KEMEH) salgını mı var acaba ortalıkta? Oysa İnsan, özgürlüğü için her yola başvurabilmeli. Yoo… Bendeki tam tersine! Sanki içimde bir program var! Otomatik olarak “bir şey yapmayayım” diye konmuş. Kim yaptı bunu bana, kim koydu içime? Yoksa sorumlusu ben miyim?

Bu sefer iyice baktım adamın yüzüne. Oturdum karşısına, uzun uzun baktım. İzledim. Alın ve yüz çizgilerinin dokusunda, hareketlerinin ağırlığında, tavırlarının yorgunluğundaki tüm işaretlerini okumaya çalıştım. Geleceğine dair bütün işaretler ya karanlıkta kalmıştı ya da tam netleşmemişti. Okuyamadım tabii!..

Yavaşça alışmış gibi olduk birbirimize. Ezeldeki zamanların ötesinden gelmiş, unutmanın eşiğinde, huzur, sükûn, özgürlük vadeden meçhulün, yok oluşun o sınırsızlık kıyısında bekleyen iki insan ve tek varlık olarak bakışıyorduk. “En son seni gördüğümdeki yüzünü hatırlamıyorum” dedim. Gülümsedi. “Ben de seninkini hatırlamıyorum” dedi. Ben onu duyuyordum, o da beni… Yine de içimizdeki “Ben’i” göremiyorduk. Büyük çerçevenin içinde akan zamanın şimdideki müsamahasında, gelenekseli kötü amaçları için kullanan kindar muktedirlerin eliyle başlayan bir bölme, parçalama dalgasının, bireysel kıyılarımızda yarattığı Tsunami’ nin dalgaları, “Gelsin… Yutsun bizi de kurtulalım!” diye bekliyorduk. Etkisiz kimliğimizde algımız bulanık, ruh dengemiz oynak, amacını yitirmiş bireyler olarak, sarsak bir şekilde Essahın (sahi olanın) çevresinde dolanıp duruyorduk. Sohbet süresince, zamanın izlerinde gezinirken, nasıl birbirimizi usul usul yok sayıp, birbirimizden uzaklaştığımızı ve sonunda yabancılaşıp yalnızlaştığımızı görüyorduk. Bu gördüğümüz şey, sona yaklaştıkça netleşiyordu. Işıltılı kent mekânlarında, hatta kendi evimizin aydınlık ortamında bile, karanlıklar içinde debelenirken şans eseri karşılaştığımız kendimizi tanıyamıyorduk. İki yabancı gibi bakışıp duruyor, acaba bu yüzü nereden hatırlıyorum diye kendimize soruyorduk. Tabii bütün bunları, bu genellemeleri kendi adıma söylüyordum karşımdakine. O da beni, her anlama çekilebilecek bir tebessümle dinliyordu. Ne de olsa şu anda tek başımıza, yalnız ve kendi kendimize değildik! Birisiyle birlikte olmanın keyfini sürüyor olsak da kısa bir süre sonra yine kendi hallerimize dönecektik…

Bazen günlerce Allah’ın bir kuluyla konuşmadığım oluyordu. Konuşmayı hepten unuttuğumu sanıyordum. Hatta… Ara sıra bir başkasıyla karşılaşıp konuşmak zorunda kalırsam diye panikliyordum. Sokakta birine muhatap olmamak için göz temasından kaçınıyor, sanki çok acelem varmış, bir şeye yetişecekmişim gibi hızlı hızlı yürüyordum. Aslında bu, herkesten kaçmak gibi, kendimden de kaçmanın bir yoluydu belki… Kim bilir…

Havalar soğumaya başladı ya, sabah yürüyüşlerimi gün ortasında yapıyordum. Çoğu kez tanıdık yüzlerle karşılaşırdım. Hedefsiz, kaçamak bakışlarla birbirimizi selamlıyorduk “İnsanlık görevi” namına. Aynı yerleri, aynı amaçlarla ve farklı hızlarda yürüyorduk. Bir tür sınıfsal bir doku oluşmuştu aramızda; “Boş gezenler sınıfı!” İçlerinde gurup olan, birbirini tanıyanlar vardı. Belki onlar ilkokul çağlarından beri tanışıktılar. Ben, son çeyrek asırdır burada oturuyorsam da hâlâ buralı olamamıştım. Ne ben onların kim oldukları biliyor, ne de onlar benim kim olduğumu biliyorlardı.

Ama onlardan biri vardı ki sağ elini göğsüne koyup içten, hafif bir temenna hareketiyle selamlıyordu beni. Kısa boyluydu.  Kırçıl sakalları kırpık, başında karısının özenle ördüğünü düşündüğüm takkesi daima sağa eğik dururdu. Cüppeyi çağrıştıran, -tahminime göre- biraz da şalvar görünümündeki pantolonunun çoklu büzgülerini kapatmak için yaz kış sırtından eksik etmediği siyah cübbesiyle yürürdü. Mahalle İmamına benzeyen bu adam bir gün, beni selamlayıp önümde durdu. Birden kendimi bir kirpi gibi içime kapanmış buldum. Nedense onu her gördüğümde, içimde bir şeyler üşürdü. Yalvaran ses tonuyla bir şey sormak için benden izin istediğini söyledi. “Tabii…” anlamında başımı salladım. “Affedersiniz” dedi, “siz hangi tarikattansınız?”

Ne desem, nasıl söylesem de o anki durumumu tanımlasam bilemiyorum. Damdan düşer gibi bir soru karşısında sanki dam tepeme çöküverdi de nefessiz kalakaldım. Kendimi dürtüp toparlandım. Şaşkınlığımın yüklediği stresi, gülümseyerek doğrudan yüzüne boşaltıverdim. Benden daha ufak tefekti. Sol elimle omuzunu tuttum. Sağ elimle geniş bir yay çizen ve yürüyüş istikametini işaret eden hareket diliyle, yürüyüşüme katılmasını teklif ettim. Yan yana yürümeye başladık. “Azizim” dedim, “Tarikat nedir?” Yüzüme tuhaf ve gücenik bir bakış fırlattı. Kendisiyle alay ettiğim zannına kapıldığı belliydi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca kabaran kuyruğu düştü. Nasıl anlatacağını düşünüp, sonra bir çırpıda söyleyiverdi: Bir din bilgesi Şeyh’in önderliğinde, Tanrıya ulaşmak için tutulan yol demekmiş Tarikat*. Her Şeyhin yolu ve yöntemi başka başkaymış! “Desene” dedim, “kendilerini “Ulema” sanan birileri, toplumları, aileleri ve bireylerin kişiliklerini parçaladıkları gibi, dini ve hatta Tanrıyı da parçalıyorlar!” Anında bir adım yana zıplarken “Tövbe… Tövbe! Tövbe estağfurullah” diye höykürdü!

Merhamet duygum kabardı onu seyrederken. Kolumu tekrar omuzuna atıp kendime çektim. Onu incitmemek için direkt kendisine değil de belirsiz kişiler için söylüyormuş gibi, “Bak arkadaş” dedim, “tarikat mensupları, ne idüğü belirsiz onca Şeyhin peşinde yollara düşüyorlarsa, Tanrı onların yüreğinde değil, onların dışında bir yerde olduğuna inanıyorlar demektir. Nerde bu Tanrı? Yerde mi, gökte mi? Sarayda mı, çadırda mı oturuyor?”

Yüzüme ters ters baktı. Çipil gözlerinden devasa bir öfke fışkırdı. Sarsıldım. Silkinerek kolumun altından sıyrıldı, hızla yana çekilerek beklemediğim bir çeviklikle bana döndü. Neresinden çıkardığını bilemediğim bıçağının yay çizen ışıltısını gördüm. Refleksle elini yakalamaya çalışsam da çeliğin karnıma saplanmasını önleyemedim. Olayı gören bir kadının çığlığı üzerine, adam koşarak uzaklaştı. Bacaklarım titredi, dizlerimin üzerine çökeceğim diye korktum. Dizili banklardan en yakındakine gayretle yürüyüp çöktüm. Anında çevremde insan kalabalığından bir halka oluştu. “Ambulans!” dedi biri. “Lütfen bir ambulans çağırın!”

Bıçak karnımda saplı halde, seyirlik bir nesne gibi bankta oturuyor, iki elimle karnımı tutuyordum. Her kafadan ayrı ses çıkıyordu. Gözlerimi kapadım. “Kendinden geçip bayılmak yok, bu seni öldürmez nasılsa!” dedim. Kulaklarım çınlamaya başladı. Yine de uzaktan ambulansın siren sesini duyabiliyordum.

En son, çevremdekilerden birinin, giderek yaklaşan siren seslerinin arasında, zar zor duyabildiğim bir fısıltıyla, “Adam öldü galiba!” dediğini duydum.