Yaz gelmesine karşın havalar düzelmedi. Dört duvar arasında bunaldım. Haziran ortasında güneşli bir gün bulunca sokak beni çağırdı. Öğleden sonra çıktım. Temiz deniz havasıyla kendime gelecektim. Her ay bir iki kere Kadıköy’e geçerim. Yine öyle yaptım. Vapurun üst katında arka tarafa geçip kendimi Boğaz rüzgarlarına teslim ettim. Gözlerimi kapattım, karşıya geçene kadar uskurun yarattığı köpük seslerini dinledim. İçimde fark etmediğim kasvet boşalmış olmalı ki vapurdan inince kuş misali hafiflemiştim.
Kadıköy çarşısında araları yüz metre kadar iki kiliseyi bilirsiniz. Kiliseler sokağının üst paralelinde bir sahaf vardır; İmge Sahaf. Yaz kış belli zamanlarda uğrar, Adam Öykü ve Notos dergilerinin eksik sayılarını oradan temin ederim. Hâlâ eksiklerim var. Sabırlıyım. Aramaya devam. Bazen elim boş, lakin “bir dahaki sefere” diye umutla dönerim. Gide gele sahaf çalışanlarıyla ahbap oldum. Yumuşak ses tonuyla, acele etmeden konuşan nazik insanlar. Güler yüzlü, saygılı. Kitapla uğraşan insanlar başka nasıl olabilir ki? Onlara canlı gibi değer veriyorlar. Bütün raflar, tezgâhlar; ecnebi lisanda, yeni ve eski Türkçe yazılmış, kitaplar, dergiler, broşürlerle dolu. Eski, okunmuş ikinci el kitapların mabedi adeta. İç müziğimin eşlik ettiği mistik bir rayiha hissederim orada. Aradığımı bulsam bile hemen ayrılmam. Girişte sol tarafta küçük bir çalışma masası vardır. Üzerinde daima mum yanar. Buhurdan gibi. İçerdeki atmosfere ulvi bir hava katar. Duraklar, bir lahza bakar, çıkarım. Bir daha ne zaman gelirim, kim bilir?
Sonra ev yemekleri yapan esnaf lokantasına uğrar bir güzel karnımı doyururum. Neredeyse ikindi olmuştur. Fazıl Bey’de bir sade kahve ile maden suyu içerim. İki özel bankanın dükkanına uğrar, yeni çıkan kitap var mı diye bakarım. İlginç, okumadığım bir kitap varsa alırım. Eve gelince ne göreyim, o kitabı daha önce almışım. Böyle ikinci defa aldığım pek çok kitabı arkadaşlarıma hediye ettiğimi hatırlıyorum.
Bugün de öyle bir gündü. Vapurdan inip çarşıya doğru yürüdüm. Postaneyi geçip yukarı doğru çıkarken kafeleri dolduran gençlerin neşeli sesleri içimi ısıttı. Biraz yukarıda sağlı sollu kömür ateşinde kahve yapan dükkânlar. Buralarda daha çok, sohbetlerini koyulaştıran bencileyin orta yaşlılar oturur. Sahafın bulunduğu caddeye yakın sokağa konan masalarda birbirleriyle konuşmadan aceleyle yemek yiyenler. Durup biraz soluklandım. On beş-yirmi adım sonra eski kitap mabedi karşımda olacaktı. Adam Öykü dergisinden bir kaç eksiğim var. Bugün şansım yaver gidecek mi, bilmiyorum. En son geçen ay gelmiş, genç yaşta ölen Mehmet Günsür’ün “Caique” , Arapça kayık demekmiş, isimli kitabını almıştım. Hatta bir öyküsünü cep telefonumla çekip kurgusal yazı mentorumuzla paylaşmıştım. Çok beğenmişti. “Yazar; yalın, naif, çelişki barındırmayan, sürpriz sonu olmayan sıradan bir günü anlatmış,” demişti. Yaklaşık on yıldır devam ettiğim yazı atölyesinde bu tür öyküler de yazmamız isteniyordu. Abartılı, süslü, aşırı betimlemeli yazı üslubundan uzak durmamız söyleniyordu. Yani kalemin öteki ucundaki silgiyi daha çok kullanmalıydık. Laf aramızda bu son cümleyi Latin Amerikalı bir yazardan ödünç aldım.
Sahafın olduğu caddeye çıkınca yanlış yola girdiğimi sandım. Karşımdaki dükkânın levhasına baktım. İmge Sahaf. Doğru. Lakin bir tuhaflık var. Dükkânın önünde, sokağa konmuş kitap dolu tezgâhlar kaldırılmıştı. Bir an belediyenin işgüzarlığı diye düşündüm. Oysa kafelerin masaları sokaktaydı. Yaklaştım. Vitrin camlarındaki yansıma içeriyi görmeme engel oluyordu. Kapı açıktı, girişte kağıt, mukavva parçaları, boş karton kutular vardı. Sahaf tamamen boşaltılmıştı. Yüreğim daraldı birden. Taşınıyor olmalılar, diye düşündüm. Hâlâ konduramıyorum. Kapının önünde kıpır kıpır, küçük bir ev köpeği var. Çok şirin, lakin onunla ilgili sempati duyguları yaşamanın sırası değil. Tuhaf bir his içindeyim. Yaklaştım. İçerde üç kişi oturuyor. Daha önce onlarla hiç karşılaşmamıştım. Bu sırada arka taraftan orta boylu, top sakallı bir adam geldi. Onu tanıyorum. Daha önceleri geldiğimde, önündeki bilgisayardan aradığım bazı kitap veya dergilerin olup olmadığına bakardı. Birkaç adım attım. Göz göze geldik. Hüzünlü bir tebessüm belirdi yüzünde. Sigarasından derin bir nefes çekip başını hafifçe eğip sessizce yüzüme baktı. Bir türlü soramıyorum taşınıyor musunuz, diye. Kim bilir nereye? Nasıl giderim bu halimle? Nutkum tutuldu. Duymak istemediğim sözler zihnimde dolanıyordu. O da konuşmuyor. Malum olmuş gibi kötü ihtimali sordum fısıltıyla. “Yoksa,” dedim, “sahaf dükkânı kapandı mı?” Çaresiz, hüzünlü bir sesle, “Evet” dedi. “Buraya kadarmış. Neredeyse yarım asır… Dayanacak gücümüz tükendi. Ne yazık ki kapatmak zorunda kaldık. Burası sahaf dükkânı değil adeta evimizdi. Gelenler hep aşina yüzlerdi. Gittikçe azaldılar. Ekonomik sıkıntılar da üstüne gelince sonumuz göründü.”
Ne söyleyebilirdim ki? Dudaklarım kurumuştu. Son defa rafları sökülmüş boş duvarlara baktım. Girişte, edebiyat mecmualarının konduğu alçak rafları, önünde diz çöküp dergileri karıştırdığım günleri ,hayal ettim. Her şey bitmişti. Bir devir kapanmıştı demek. Küçük köpek sessizce oturuyordu. Kuyruğu hareketsizdi. Boş mekânın hüznünü hissediyor olmalı. “Kitaplar” dedim, sustum. Gerisini getiremedim. Ne yaptınız onları, diyemedim. Sigarasını kül tablasına bastırırken, “Hepsini bir kuruma devrettik,” dedi. Hangi kuruma, nerede o kurum diye soramadım. Bu dükkânın sessiz, mabet gibi ulvi ortamını devredilen yeni kurumda bulmam mümkün değildi. Bunu adım gibi biliyordum. Sadece kitaplar değil, onlara bakan güzel insanlar da kaybolmuştu. Sahafın kapısında çakılıp kalmıştım. Sonunda iyi günler dileyip ellerim ve yüreğim boş olarak ayrıldım. Üzgündüm. Yıkılmıştım adeta.
O semt, o cadde, o mekân benim için sonsuza kadar yok olmuştu. Belki Kadıköy’e yine geçerdim. Lakin o caddeye bir daha uğramam için hiçbir neden kalmamıştı. Son bir defa dönüp baktım. İmge Sahaf tabelası da eski canlılığını kaybetmiş, solgun ve üzgündü sanki. Tabelanın yanında caddenin adını gördüm. Güneşli Bahçe Sokağı. O mekâna gelenleri aydınlatıyordu bu sahaf. Güneş batmış bahçe kararmıştı. İskeleye doğru inerken dükkanın boşluğu tüm benliğimi kapladı. Beraberinde bir eziklik… Bir hançer… Esnaf lokantasının önünden geçtiğimin ayırdında değildim. Güneş bulutların arkasında kaybolurken Kadıköy’e akşam karanlığı iniyordu.
Eve nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Sersem gibiydim. Bu gün önemli bir kayıp yaşamıştım. İçimde, kapanan sahafın doldurulamayacak boşluğu vardı. Öyle bir boşluk ki içindeki düşünceler beni külçe gibi ağırlaştırmıştı. Bu sıkıntılı halimi kiminle paylaşabilirdim? Dinleyen anlattıklarıma can kulağını verir miydi? Hadi birini buldum diyelim, empati gösterir miydi? Beni anlar mıydı? Bugün yaşadıklarımı unutacaktım bir gün mutlaka. Şu an içimde hissettiğim boşluğun verdiği ıstırap bir süre sonra kaybolacaktı. Yok olmasa bile bıraktığı boşlukla yaşamayı öğrenecektim. Zihnimi hiç terk etmeyecekti. Bilinçaltına gidecek, beni ilk günkü gibi rahatsız etmeyecekti. Lakin asla kaybolmayacaktı.
Kitaplığımdaki Adam Öykü ve Notos dergilerine bakarken gözüme çarpan eksik sayıların boşluğu, yaşadığım sürece İmge Sahafı hatırlatacaktı. Her travma bir iz bırakırmış. Evet, doğru.