“Gel bakalım Bücür!” demesiyle “şappp!” diye ensemde bitmesi bir oldu pençesinin.  “Madem bana yamak oldun, bundan böyle yerin ha bura! Tam yanım. Ne ötesi ne fazlası, anladın di mi?” der demez “şappp!” diye ensemdeydi yine pençesi! Bırakmadı bu sefer. İleri geri sallayarak “Konuşsana len, dilini mi yuttun?” Silkeleyip attı. Küstah bakışlarını gözüme dikmiş, bir eli belinde, ötekisi koca bıçağında, sanırsın Ninja Kaplumbağa, bakıyor öyle öküzün trene baktığı gibi yüzüme. Dememe kalmadı, “Ne bakıyon len öyle öküzün trene baktığı gibi?” demez mi? “Amanın! Aklımı mı okuyor, ne?” “Haydi yerine!” demesiyle kendimi kara biley taşının başında buldum. Masatı kapmış hazırolda bekliyorum. “Hah! Şöyle!” dedi, “Adam ol! Aklını alırım yoksa!”

Kan ter içindeyim. Kendinden geçmiş, anlatmaya devam ediyor: “Bak oğlum BEN var ya BEN!” koca bıçak, bana kalsa kılıç, havada uçuşuyor yine, “Bu otelin en önemli adamıyım. Nasıl çarkçıbaşı olmadan gemi yürümez, ben olmadan da bu otel yürümez. Kapanır gider! Herkes benim dönerime âşık!” “Sen de kendine!” “Ne dedin?” Telaşla, başımı iki yana salladım, hayır anlamında. Göz ucuyla baktığım garsonlar bıyık altı gülüyorlar. Nutuksa devam: “Bu gördüğün salon var ya ful çeker her öğlen akşam!” Bıçak yüz seksen derece havalarda gidip geliyor bu arada.  “Lan! Bok yoluna gitmeyelim burada?” derken “Bundan gayrı sen benim bıçakçı başımsın,” diye höykürdü zebella: “Her sabah erkenden gelecen, bu sallamaları teeek tek bileycen. Boyun da nasıl yetçekse artık? Neyse! Bi nane uydurursun, işte!” Böylece başladık ilk iş günümüze.

Düşmüştük bir kere pençesine. “Bücüüür… Şappp – Bücüüür… Şappp!” ses ve efektiyle geçmeye başladı günler. Yok sallama öyle mi bilenirmiş, yok masat böyle mi tutulurmuş, yok öyleymiş, yok böyleymiş, amma da sallıyormuşum, dallama mıymışım, neymişim! Her bi bok benmişim meğerse! Hay kafama, ben neymişim?

Derler ya her zalimi bir mazlum yaratır. Ses etmedikçe azıttı bu pos bıyıklı kıllı pençe! Ya sabır dedikçe, tepemde, ensemde… Bin pişmanım ama, ah ulan, muhtaç olmasam şu iki kuruşa… Hiç de uyanamadım şıp diye işe alınınca. Oysa ilçede yaprak kımıldamıyor! Ben de yaprak dönerciyle çalışçam, oh karnım da bi güzel doyar diye sevindirik olmuştum. Meğer, bu kıla yamak dayanmıyormuş. Ne bilim? Gel zaman git zaman işi kaptım iyice. “Azmet oğlum!” dedim, herif ego manyak falan ama işinde iyi… Kap şu döner işini. Keser döner sap döner, talih bir gün sana da güler…

Yoksa sonu nereye varırdı bilinmez. Sabır da bir yere kadar, di mi? Neyse ki iyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş! Bir gün bıçak tamirine gönderdi beni bu denyo, sanayiye, şehre. Bir de baktım bir ilan yapışık camda, “Dönerde Devrim – Sallamaya Son”. “İşin bitti lan Son Samurai,” dedim o an. Büyülenmiş gibi resme bakarken vitrin önünde çakılı kalmışım. Dükkâncı fırladı geldi: “Ne o ufaklık tıraş makinası mı sandın?” diyerek dalgasını geçse de aldırmadım. “Kaç para bu?” dedim heyecanla. Altı ay sonra kapısında bittim. Birinci hamle tamamdı.

Sıra geldi ikinciye… Beklesem yüzyıl geçerdi o ayı sallamasını bıraksın da çekilsin diye. Onu getir, bunu götür, ayranım nerde kaldı lan, derken, müshili yutturuverdim. Ertesi gün gelemedi tabii. “Tüh!” dedi Müdür, “Döner olmazsa kötü!” Atladım hemen: “Biraz vaktiniz var mı efendim?” Soluğu odasında aldım.

Anlattım uzun uzun…  “Alın size bir taş beş kuş,” dedim. “Dünyanın parasını veriyor üstelik kabalığını çekiyorsunuz. Garson arkadaşlara yaptıkları da cabası… Makine benden iş sizden… Hem kurtulmuş olacaksınız hem maliyetiniz düşecek.” “Sallamıyorsun di mi?” diye şüpheyle baktı yüzüme. “Ne münasebet efendim, bugün deneyin de görün,” der demez okeylendim.

Daha ertesi gün kapmıştım işi. Zarar marar dediler bu kılı dertop ettiler. Tek bir pişmanlık kaldı içimde, bi şappp da ben patlataydım ya ensesine…