Yine bir taşın üzerinde oturup kalmışım.  Kimseler yok etrafımda. Ne beni gören ne de duyan var.  Ben ne zaman böyle bir başıma kaldım; gidenleri göremedim, gelip geçenlere el edemedim.

Oysaki daha dün ninemin yenidünya ağacına dadanıp ağzımdaki çekirdekleri bir füze gibi tükürüğümle etrafa fırlatıyordum.  Ninem şalvarını dizlerine kadar sıvar, ellerini de beline dayar “Afatsın sen İsmail, şu körpe dallardan ne istersin be uşak!” deyip dururdu.  Yenidünya ağacından cevize, oradan incire atlardım.  Karnım şişene kadar da inmezdim tepelerinden. Tabii zorunlu inişlerim de oluyordu.

Birinde teyzem ağacın altında aynasını kırdığım için bana sövüyordu. Ayağımı boşluğa atmamla teyzemin sırtına inmem bir olmuştu. Tabii o akşam da çoğu akşam gibi dedemin karşısına çıkarılmıştım. Dedem, masmavi gözlü, kapkalın kaşlı, heybetli mi heybetli biriydi. Beni görünce gözü parlardı, bilirdim. Bilirdim de neden o kadar korktuğumu bilmezdim. Bir kere sövmemiş, bir fiske vurmamıştı bana.  Fakat o mavisiyle bir bakardı ki sormayın gitsin.  Yerin yedi kat altı var derler ya inanmayın. Çünkü dedemin karşısında daha aşağılarını da görmüşlüğüm oldu.

Bir gün yine boş boş evde dolanırken ninemin dedeme homurdandığını duyup hemen kulak kesildim.

“Salih bu öksüze bir şey olursa ne yaparız. Bir ağaçtan bir ağaca atlarken yüreğim sıkışıyor.”

“Hafize öksüz deyip beni delirtme. Anası var, babası var.”

“Var de mi Salih, var. Arada bir şehirden gelen ana baba de mi Salih?”

“Aman be Hafize, yeter, tamam. Çekerim kulağını.”

Oradan hızla çıkıp köyün çeşmesine kadar koştum.  Çeşmede yüzüme iki su çarptım ki gözyaşlarım görünmesin.  Gerçi kimseler de yoktu etrafta.  Belki de asıl bendim görmek istemeyen.

Bir taşın üzerine oturdum.  Anamı, babamı özlüyordum. Neden burada olduğumu bilmiyordum.  Saatler, günler, mevsimler geçiyor fakat beni buradan alan olmuyordu. Ninem bir yaramazlığıma kızıp “Sen böyle devam et. Anan baban gelince bak nasıl söylüyorum hepsini” diye beni ahırdan kovalarken içimde bir sevinç oluyordu.  Anama babama söyleyecekti ha, demek anam babam gelecekti.  Bu duyguyu hissetmek için tüm kovalanmalara, tüm sövmelere razıydım.

Gelirdi anam babam arada bir. Önce yüzlerine bakmazdım.  Mutlu ve burada olmayı ben istemişim edasıyla etraflarında dolanırdım.  İçimdense koşup sarılmak, kucaklarında oturmak, öpüp koklamak, onlar yerleşmeden gidelim buradan demek geçerdi.

En sevdiğim arkadaşım, iki ev ötede oturan Sıtkı’ydı. Bir abisi vardı Sıtkı’nın ama üveydi. Ana babasının yıllarca çocuğu olmayınca çok uzak bir köyden evlatlık almışlar abisini.  Oğlanı getirdiklerinin senesine Sıtkı’ya gebe kalmış anası. Köylüler evlatlığın yüzü suyu hürmetine Sıtkı’nın olduğunu söylerler.

Sıtkı ile gezer, öğle uykusuna yatar, aynı sofraya oturup kalkardık.  Her yerden şeker ambalajı toplar, içine taş yerleştirip çocuklara dağıtırdık.  Taşı gören küçükler ağlamaya başlar, analarını çağırırlar, biz de vın diye güle oynaya oradan kaçardık.  Büyük olan çocuklar ise kıpkırmızı kesilirler, bizi bir temiz dövmeye girişirler, köyün sonuna kadar da kovalarlardı.

Sıkılınca yol kenarına gider, yoldan geçen arabalara, otobüslere el sallardık. Onlar da bize el salladıklarında ya da korna çaldıklarında birbirimize gururla bakardık.

Bir gün aklımıza koyduk; Sarı Oluk’a gideceğiz.  Sarı Oluk hafta sonları dedemin herkesi toplayıp pikniğe götürdüğü bir yerdi.  Bir yamaçta, böyle dalları gökyüzüne kadar uzanan, bizim birkaçımızın yan yana dursa anca enini ölçebileceğimiz kocaman bir ağaç vardı. Bu ağacın tam altında dibi yosunlu büyükçe bir havuz ve onun yanında beton bir piknik masası. Havuzun hemen önünden bir yol geçer ve bu yolun karşısında tüm heybetiyle, havuza suyunu veren çeşme, Sarı Oluk. Oraya varıldığında ilk paçalar sıvanır, herkes oluğun o buz gibi suyunda ayaklarını kaç saniye tutabileceği üzerine iddialaşırdı.  Sonrası çocuklar havuza düşmesin diye büyüklerin sayıp sövmeleri, sıkmaların, böreklerin masaya dizilmeleri, karpuzların soğuması için oluğun suyunda bekletilmesi, oluğa gelen çobanla, eşeğiyle odun taşıyan köylüyle sohbet edilmesi…

Böyle bir günü bir de tek başımıza yaşayalım dedik Sıtkı ile.  Dedik demesine de git Allah git bitmiyor yol.  Oysa bize çok kısa gelirdi dedemin o hurda Reno’suyla aynı yol. Bir yanımız dağ, bir yanımız uçurum. Çevremizde değil bir kimse bir hayvan bile yok.  Ayaklarımız acımaya karnımız acıkmaya başlamıştı.  Önceleri dalgaya alıp gülüşsek de başımızı yine belaya soktuğumuzu anlamaya başlamıştık.  Derken az ileride tek tük evler gördük.  Çaldık bir kapıyı.  Kapıyı açan teyzeye “Biz açız.” dedik. Bir şey sormadan bizi hemen içeri aldı ve yukarı sofaya çıkardı.  Önümüze hemen bir sofra serdi.  Üzerine yufka ekmeği, tulum peyniri ve üzüm koydu.  Bir üzüm bu kadar mı güzel olur, peynir nasıl böyle lezzetli olur bilemedik.  Teyze kimlerden olduğumuzu, buraya nasıl geldiğimizi sordu sonra da bizi baş başa bıraktı.  Çok geçmeden dedemin homurdayan arabası eve yanaştı. O an Sıtkı ile birbirimize korku dolu bir bakış attık ve son lokmamızı zorla yutkunduk.

Geri dönerken yol bir türlü bitmedi.  Karnımda bir ağrı ve beni bekleyen sonu düşünüp durdum.  Ninem beni görünce başladı ağıda.

“Ah İsmail, evden mi kaçtın sen? Hiç mi nineni, dedeni düşünmen be uşak?  Ne diye gidersin uzaklara?

“Nine ne kaçması, pikniğe gittik biz.”

“Pikniği bahçede yapaydınız. Koca bahçeye kıran mı girdi?”

Bir gün Sıtkıların avlusunda oynuyoruz abisi geldi. Kovalardan, eski tencerelerden yaptığımız müzik aletlerimizi kurcalayıp duruyordu.  Aldırmadık, devam ettik oyunumuza. Bu sefer Sıtkı’nın baget gibi kullandığı değneği alıp kaçtı.  Sıtkı başladı ağlamaya. “Tamam.” diyorum, “Başka değnek buluruz.” diyorum ama dinletemiyorum. Göz yaşları tane tane dökülüp duruyor.  Abisi ise karşımıza geçmiş “Bebe Sıtkı” deyip daha da bağırttırıyor Sıtkı’yı.  Tepem bir attı, abisini kovalamaya başladım. Kıstırdım bir yerde. Baktım hala pis pis sırıtıyor.

“Sen var ya evlatlıksın sen.  Sıtkı’nın gerçek abisi olsan onu böyle ağlatmazdın zaten.” dedim. O an üçümüz de donup kaldık.  Sıtkı’nın abisinin, o dev gibi çocuğun ağlamasıyla tekrar kendimize gelebildik. Elim ayağım titriyordu.  Bir kabahat işlediğimi biliyordum ve bunu ta içimde hissediyordum.  Abisinin ağlamasına herkes toplandı.  Beni hemen eve yolladılar.

Bu sefer akşamı beklemeden dedem aldı beni karşısına. Boynum eğik duruyordum.

“Sıtkı’nın ana babası yıllarca bir evlada hasret kaldılar.  Ninesi ve dedesi de bu duruma daha fazla dayanamayıp bir evlat buldular.  Ardına da Sıtkı geldi.  Bir anda çekilen acılar, dualar, adaklar unutuldu ve Sıtkı sultan, padişah ilan edildi. Evlatlık oğlanı dede ve ninesinin korkusundan geri göndermediler ama ona ana babalık da yapmadılar.  O oğlanın içinde nasıl bir zehir birikti hiçbirimiz bilmiyoruz. Değil ki sen bileceksin.”

Çıktım evden. Gittim yine o taşa oturdum. Yüzüme çeşmeden su çarpmadan ağladım. Sıtkı’nın abisine ağladım.  Kendime ağladım. Nasıl olur da kırıldığım yerden kırabilmiştim. O ta içimde hissettiğim de buydu. Biz, o köye bırakılmış iki evlatlık…