Dedemin onca sitemi olmasa asla o paketi almaya gitmezdim. Neymiş efendim, benden bir ricada bulunmuş. Ahretliği ta okyanuslar ötesinden kızıyla kendisine hediye göndermiş, gidip alsam elimde mi kalırmış? Eski gücünde olsaymış bunu zaten benden asla istemezmiş, gider bizzat kendisi alırmış paketi. “Yaşlılığın gözü kör olsun ne dizde derman kalıyor ne de yürekte bir heves.” demez mi üstüne! Mecburen “Tamam gideceğim dede” dedim. Nasıl derdim “Senin ahretliğin Maksut amcanın kızı Nalan benim en büyük yürek yangınım, kendisiyle karşılaşmak istemiyorum.”

Bir akşam vakti kapının önünde öylece durdum kaldım. Elim defalarca zile uzandı. Her defasında elimi geri çektim. Yıllar sonra ilk aşkımla karşılaşmaktan çok korkuyordum. Duygularım beni altüst edebilirdi.  Pişmanlıklarıma yenileri eklenebilirdi. Derin derin nefes alıp verdim.  Kendimi ikna etmeye çalıştım. Korkunun ecele faydası yoktu. Çok seneler geçmişti. O beni çoktan unutmuştu emindim. Gittikten sonra beni ne aramış ne de sormuştu. Unutamayan, onu yıllarca içinde değerli bir hazine gibi saklayan bendim. Cesaretim yoktu onunla yeniden karşılaşmaya. Kabullenememiştim bir türlü beni yüzüstü bırakıp gitmesini. Elbette bir yuva kurmuştum, çocuklarım olmuştu, yakında dede de olacaktım. Ama onu unutamamıştım. Onsuzluk hep eksik tarafımdı. Tarifsiz çaresizliğimdi, yarım kalmış kırık hikâyemdi. Bunu kimselere de anlatmamış, anlatamamıştım.

Sonunda cesaretimi topladım ve zile bastım. Geleceğimi biliyordu. Dedem haber vermişti. Önce ayak seslerini duydum. Kapıyı hiç tanımadığım bir kadın açtı. Saçlarının yarısı mora yarısı da yeşile boyanmıştı. Hayattan bezmiş, ağlayan bir suratla bana bakıyordu. Aşırı kiloluydu. Birçok olumsuz duygu ve düşünce yıldırım hızıyla kafamdan geçti. Bir insan kendisini nasıl bu hale getirebilirdi? Bu ağır yükle nasıl yaşardı? Kadına acıdım. “Merhaba Selim” dediğinde önce boğuk sesinden, sonra da dikkatli bakınca yeşil gözlerinden tanıdım. Karşımdaki Nalan’ın ta kendisi idi.  O ince, narin kız gitmiş yerine bambaşka, çok hantal ve çok yaşlı görünümlü birisi gelmişti. Böyle düşündüğüme kızdım. Beni içeriye buyur etti. O önde ben arkada uzun ve loş bir koridordan geçtikten sonra toz, küf ve eski eşya kokan bir salona girdik. Daha önceden defalarca geldiğim bu yer bana çok yabancı geldi. Oturmam için üstü çarşafla örtülü bir koltuğu gösterdi. Ben oturmadan önce üzerindeki çarşafı çekip aldı, dertop edip öylece yere bıraktı. Uzun bir sessizlik oldu aramızda. Bir an önce paketi alıp gitmek istiyordum.  Bakışlarımı ondan kaçırmak için, odadaki eşyalara tek tek baktım. Sonra başımı camdan yana çevirdim. Evin manzarası hâlâ eskisi gibi muhteşemdi. Boğazın dibinde, uzaktan karşı kıyılar, geçip giden gemiler, suya vuran ışıklar, sanki bir masal şehrinde bir masal evindeymişim hissi veriyordu. İnsan gördüğü bu güzellikten pekâlâ sarhoş olabilirdi.

Bir şey içip içmeyeceğimi sorunca döndüm yüzüne, gözlerine baktım. “Hayır, teşekkür ederim!” bile diyemedim. Uzun sürmedi, o yabancı görünümlü kadının görüntüsünü silip yerine aşkından deli olduğum genç kızı koymam. Kendime şaşırdım. Beni bir zamanlar aniden bırakıp gittiği günkü haliyle şimdi tam karşımda oturuyordu.  “Ben gidiyorum” dediğinde gafil avlanmıştım. Sanki dilim tutulmuştu ve hiç mi hiç konuşamamıştım. Çok toydum. Hayatımın çok başlarındaydım. Ellerini tutup, gözlerine bakıp “Ne olur gitme” diyememiştim. Ben bunun pişmanlığını hep yaşamıştım içimde. Onu kaybettiğim için kendime çok kızmıştım. “Gitme!” deseydim gerçekten benimle kalır mıydı? Ondan geriye hüsranla biten bir aşk ve kocaman bir pişmanlık kalmıştı. Şimdi telafi edebilir miydim? Nalan eskisi gibi canlı ve coşkuyla karşımda duruyordu. Gözleri bana aynı sevdayla bakıyordu. Kalkıp yanına gitmeyi, ona sıkı sıkı sarılmayı, tenine dokunmayı çok istedim ama cesaret edemedim. Çakıldım kaldım eski yüzlü bir koltukta, elimde yarılanmış bir çay bardağı. “Bir tadına baksana çok güzel” dedi ve elime dolu bir şarap kadehi tutuşturdu. Gidip tekrar olanca ağırlığıyla kendini koltuğa bıraktı. Uzaktan elindeki kadehi kaldırıp anlamsız bir şeyler söyledi. Sağlığına mı dedi şerefine mi duyamadım. Bir kadeh iki kadeh derken sayısını unuttum. Ben içtim, o içti. Ben sustum. Sadece o konuştu ve çok konuştu. Gitmiş sevdiğinin peşinden. Çok güzel bir hayatları olmuş. Evlenmişler kısa zamanda. Mutlu olmuşlar ilk başlarda. Bense gidip geliyordum, bir gençlik günlerimize, bir benim ondan sonraki hayatıma. Hayatımın film şeridi birçok yerinden kopmuş ve yanlış yerlerden yapıştırılmıştı. Bir geçmişe gidiyordu film, pat kesilip bir şimdiye dönüyordu. Hayatımı bilmesem geçmişle şimdiki zaman arasında bir bağlantı kurmam çok zordu. Kafamda dönen film sahneleri… Bazen bir cümle duyuyordum. “Çok mutlu olduk” diyordu. Kimle mutlu olmuşlardı, sormuyordum. “Ev aldık, borcu otuz yıl sürdü”. Neden otuz yıl sürmüştü ki? “Bana en çok koyan anne olmamı hep engellemesi” dedi.  “Bir defa değil, tam dokuz defa ben bu adam için çocuk aldırdım. Her hamile kaldığımda bir bahanesi oldu; çok borcumuz vardı, hayatımız zordu, sırası değildi ya da biz çok gençtik anne baba olmaya. Her defasında beni ikna etmeyi başardı. Her hamile kaldığımda gittim canımdan can verdim. Karanlık ve derin kuyulara düşüp yine o kuyulardan tek başıma çıktım. Gitti bir de eve başkasından olan çocuğunu getirdi. O çocuk bizimle yaşadı”. En çok bu ağır gelmiş. Durmadan konuşuyordu. Üzüntüden yedikçe yemiş, ondanmış bunca şişmanlığı. “Dünyaları yiyebilirdim” diyor. “Sonunda yıldım, döndüm memleketime geldim. Göz görmeyince gönül katlanırmış, bakalım” dedi.  İçim burkuldu anlattıklarına ama benim için dönmediğini anlayınca çok öfkelendim. Kızdım.  Dönüp gelmeye mecbur kalmıştı.

Ben geçmişle gelecek arasında mekik dokurken, aniden koltuğunda katıla katıla ağlamaya başladı. Yerimden kalkıp ona sarılmayı, gözyaşlarını silmeyi ve teselli etmeyi çok istedim her şeye rağmen. Niyetim buydu. Nasıl oldu anlamadım işte o an içimde “son pişmanlık fayda etmez yar!” şarkısı çalmaya başladı. Önce hafiften çalıyordu, giderek sesi yükseldi. Ben susmuştum ama şarkı çalmaya devam ediyordu.  İzin versem hemen oracıkta Nalan’ın önünde sitemkâr bir şarkı eşliğinde şen şakrak oynamaya başlayacaktım. Yüzüne bakıp ona alaycı gülücükler atacaktım. İçimde hiç ummadığım bir isyan bayrağı açılmıştı.  Şaşırdım kendime. Yavaş yavaş karşımdaki genç Nalan’ın görüntüsü yerini ilk karşılaştığımızdaki yabancıya bıraktı yeniden.  Biraz uzağımda Nalan pişmanlıklarında ağlıyordu. “Keşke seninle kalsaydım dediğini duydum. İşte o an tüm beklentilerim bitti. İç dünyamdaki şarkı devam ederken, gönlüm bayram ediyordu. İçimde şirazesinden çıkmış bir ben vardı, bıraksam şarkıyı avaz avaz söyleyecekti, hem de Müslüm Gürses taklidi yaparak. Kendime zor hâkim oldum “Geç oldu Nalan, beni evden beklerler, emaneti alıp artık gideyim ” dedim.

Paketi alıp kendimi dışarıya zor attım. Sadece içimde değil, sokaklarda ve caddelerde de son pişmanlık şarkısı olanca hızıyla ve en yüksek sesten çalmaya devam ediyordu.

Son pişmanlık

neye yarar

her şeyin

bedeli var

olmadı yaaaaaaar