Sabahtan beri bekliyorum ayakta. Bacaklarıma kramp girdi. İş ve İşçi Bulma Kurumunun upuzun kuyruğunun neresinde olduğumu bile bilmiyorum. Ana caddeden yan sokağa sarkan bölümün içindeyim. Önümde ne kadar insan var… Ya ardımda? Ve bu ilk başvurum olacak kuruma. Üniversitenin son yılı dâhil tam üç yıldır makine mühendisliği olan kendi mesleğimde iş bulmak için çalmadığım kapı, aşındırmadığım yol kalmadı. Fakülteyi bitirdiğimde uçuyordum. Şimdi kanatlarım kırıldı; sürünüyorum. Artık kurumun bana verdikleriyle yetineceğim, ne çıkarsa bahtına. Bu son şansım. Yaşlı ana-babama yük olmak istemiyorum. İş bulana kadar uğraşacağım. Şimdi bu kuyruklara alışmam, sıra bana gelene kadar direnmem gerek.
Önümde yaşlı bir adam var, avurtları çökmüş, tütünden bıyıkları kınalı. Sigarasını sonuna kadar tüketiyor. Nasırlı küt parmaklarıyla sigaranın ucunu tutuşu, ince dudaklarını kıstırıp dumanı içine çekişi var ki, gülünç buluyorum ama görüntüsü, hali içimi sızlatıyor. Gülme ve ağlama duvarı arasında, birinden öbürüne savrulup duruyorum. Gözlemlemek iyi geliyor bana. Kendi durumumla her an yüzleşmemiş oluyorum böylece. Şimdilik dışarıda, başkalarında oyalanıp duruyorum. İçimdeki umutsuzluğun karanlığına düşmekten koruyorum kendimi… Güya!
Anadolu’nun kırsal kesiminden geldiğini düşündüğüm adamdan, bir süre sonra nelerle karşılaşacağım konusunda bilgi kırıntıları derliyorum. İlk başvurum olduğunu öğrendi ya, canla başla bana kılavuzluk etmeyi ve bilgileriyle beni karşılık beklemeksizin donatmayı sürdürüyor. Yılgın, bezgin, anlık da olsa tüm benliğiyle sigaraya tutunan adam gitmiş, daha enerjik ve kendine güvenen, bir işe yaramaktan kıvançlı biri var önümde. Şimdiden adamı seviyorum. Ardımda kırklı yaşlarında bir kadın var. Kısa boylu ve şişman. Hareketleri çevik. Arada bir sohbetimize katılıp, fikir yürütüyor. Sözcükleri tutarlı ve dobra dobra konuşuyor. Onu da seviyorum. Eh… Bizimkisi de “kuyruk” arkadaşlığı ve muhabbetleri işte!
Üçümüz, daldan dala atlayıp, konudan konuya geçip konuşuyoruz. Kuyruk ağır mı ağır ilerliyor. Hava soğuk! Ağzımızdan, burnumuzdan çaydanlık misali buhar salıyoruz. Soluk soluğa zamanla cenkleşiyoruz. Zamanın, uçsuz bucaksız ırmağının, payımıza düşen kısmında oyalanıyoruz, oyun oynadığımızı görmezden gelerek. İyi geliyor bu bize. Bizi dinleyen, bize yakın kişilere de iyi geliyor. Gözlemliyorum. Bize katılmak isteyen, laf atanlar da var. Kuyrukta kümeleşmek yere ve duruma uygun düşmüyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Zamanın bizi tükettiğinin farkına varmadan, onu yok sayabildiğimize, alt ettiğimize inanıp avunuyoruz. Köşeyi dönüp caddede bulunca kendimizi… Seviniyoruz. Kurumun kapısına kadar hâla uzun olsa da kuyruk, önümüzü görebiliyoruz. Bu da bir şey diye düşünüyorum. Durumu fırsat bilen minik bir sevinç, kaçamak bir öpücük konduruyor dudaklarımıza. Ardında gülücük izleri bırakarak uçup gidiyor. Salgın maskelerimiz, çenelerimizin altında, havada virüs sürüsünü görür görmez ağzımızı, burnumuzu kapatmaya hazır bekliyor. “Zaman, nasıl da geçmiş” diyor Kadın. “Öyle” diyoruz bakışarak!
Önümdeki insan sayısını hesaplamaya çalışırken birden, kurumun kapısına yakın bir yerde bir şey dikkatimi çekiyor. Yana kayıp daha dikkatli bakıyorum… Bu benim lise yıllarımda giydiğim parkama çok benziyor! Olacak iş değil ama annem birine vermiş olmalı. İçime bir kurt düşüyor. Beynimi kemiriyor. Kart kurt sesleri kulaklarımda büyüyor, dayanamıyorum. Gidip yakından görmeliyim. Adama eğilip içeride tuvalet olup olmadığını soruyorum. “Var ama kapıdaki güvenlikçiler seni içeriye salmazlar” diyor. Denemekten zarar gelmez diyorum. “Dene bakalım” diyor Adam. Amacım zaten içeriye girmek değil, parkalı adamı görmek! İleriye doğru yürürken inşallah değildir… İnşallah değildir diye dua ediyorum içimden. Kalbim küt küt atıyor. Kapüşonumu yüzüme iyice indiriyor, kalanını maskemle kapatıyorum. Parkamı, şimdi daha kesin olarak tanıyorum. Yandan adama göz atmak istiyorum. İstiyor muyum gerçekten? Hayır… İstemiyorum. Parkalı adam O olmasın… İnşallah değildir diyor, duraksamadan kapıya doğru yürürken yandan göz atıyorum… Onu görüyorum… Kahretsin!
Koşarcasına kapıya varıyorum. Güvenlikçi allak bulak olmuş yüzüme bakınca tuvalete girmeme izin veriyor. Halimi, çok sıkışmışlığıma yoruyor. Tuvaletleri bulunca kendimi boş bir kabine atıyorum. İçimden ağlamak geliyor. Sakinleşince kabinden çıkıp lavaboda yüzümü soğuk suyla yıkıyorum. Su, sadece yüzümü değil, yaralanmış yüreğime, kararmış ruhuma da iyi geliyor. Tuvalet çıkışında içeriye göz atıyorum. Büyük bir yer. Görebildiğim kadar üç masa var. Her masada bir memur, sıradaki her işsiz, sıra kendine gelince boşalan masaya gidiyor olmalı. Güvenlikçiye teşekkür edip, hızla sıradaki yerime seğirtiyorum. Yıllarca, terzi dükkânında ailesini geçindirmek için çırpınan babamı orada görmek beni kahrediyor. Son zamanlarda gülmeyen yüzü, tedirgin hallerinin anlamı berraklaşıyor zihnimde. Onu, orada, o kuyrukta gördüğümü annemden, hatta kendimden bile saklamaya karar veriyorum. Yerime dönünce Adam, “Sende şeytan tüyü var, bugün işlerin iyi gidecek” diyor. Kadınla aynı anda “İnşallah!” diyoruz ve halimize birlikte gülüyoruz. Kadının arkasındaki beyaz tenli, Bulgar yüzlü adam da samimi bir içtenlikle “İnşallah!” Diyor. Bu soğuk ortamda birden içimi ılık bir şey dolduruyor; bu umut olmalı. Korkularımın, gelecekle ilgili endişelerimin, o an orada silkelensem, üzerimden düşeceklerini, yere çarpıp paramparça olacaklarını sanıyorum. Küçücük dükkânında terzilikle kıt kanaat bizi geçindirdiğini sandığımız ve eski püskü parkamın içinde büzüşmüş babamı zihnimden silemiyorum. Adamla, kadınla ve bir de o Bulgar yüzlü adamla laflıyorum örtü niyetine. Sohbet koyulaştıkça mekân ve zaman baskısı, gelecek endişesi, memleketin hali pür melali silikleşiyor. Her birimiz dert, tasa ve kaygı yüklerimizi üleşiyoruz. Görüşlerimizi, gülüşlerimizi paylaşıyoruz. Sanki sezgisel olarak, insanın insan için kurt olduğunu bildiğimiz kadar, onun kolu, kanadı ve yüreği olduğunu da biliyoruz… Ne tuhaf!
Nihayet dar kapıdan geçip içeriye giriyoruz. Binanın içindeyiz ya… Gerisi kolay! İlk başvuranlar için başvuru formları var. Kimlik bilgileri, meslek ve daha önce çalışılan iş ve deneyimler… Temizce dolduruyorum. Görüşmede soldaki masaya düşmek için şansıma yalvarıyorum. Binaya ilk girişimde onun genç bir kadın olduğunu görmüş ama iyice bakacak kadar vaktim olmamıştı. Bulunduğum yerden sürekli ona bakarsam istediğim olur diye kendimi kandırıyorum. Bir ara başını kaldırıp önündeki pet şişeye uzanıyor. O zaman güzel (Fatma Girik’e benzeyen) yüzünü daha net görüyorum. Kapağı açışını, suyu yudumlarken aynı zamanda içerideki insanlara göz gezdirişini izliyorum. Ve nihayet… Beklediğim oluyor ve bakışlarımız çarpışıyor. Sendeliyorum. Elimdeki form düşüyor. Onu almaya davranırken bir gözüm hâlâ onda. Halime gülüyor mu ne?
Şansım yaver gidiyor ve karşısındayım işte! Formu incelerken onu süzüyorum göz ucuyla. Ve birden… Sizden bir ricada bulunabilir miyim diyorum. Merakla ışıldıyor mavi gözleri. “Buyurun” diyor. Pet şişedeki suyu işaret ederek, “alabilir miyim?” diyorum. Biraz şaşkın ama yine de gülümseyerek “ama ben ondan içmiştim” diyor. “Benim için bir mahsuru yok” diyor gülümsüyorum. Bu sefer daha dikkatli bakıyor yüzüme. Ölçüp biçiyor ve “alabilirsiniz” diyor. Teşekkür edip formumda bir eksiklik olup olmadığını soruyorum. Bir süre incelemesini sürdürüp, “her şey tamam, bir eksiklik yok! Bir süre sonra size bazı seçenekler sunabileceğimizi umuyorum” diyor. “Gerçekten mi?” diyorum, boynunda asılı karttaki ismi heyecanla haykırarak! Nerdeyse ona sarılıp yanaklarından öpecektim. Aşırı heyecanıma gülümsemekle yetiniyor. Acaba benim için ne düşünüyor? Beni, adımla biliyor mu? Son anda bana daha sevecen bir şekilde baktığını hayal ediyorum. Bunu doğrulama niyetiyle soruyorum… Ne zaman tekrar size gelmeliyim? “Biz size haber veririz” diyor ve benim masayı terk etmem gerektiğini anlıyorum. “Su için ve her şey için çok teşekkür ederim… Hoşça kalın Zümrüt Hanım” diyerek masadan ayrılıyorum. Ardımdan “güle güle Arif Bey” dedi mi, yoksa bunu o an ben mi uydurdum, bilmiyorum.
Dışarı çıkınca çok susamama rağmen, onun dudaklarının değdiği şişeden birkaç yudum içerek, kalan suyu özenle saklamaya karar veriyorum. Aileme bakacak, onları yaşlılık dönemlerinde rahat ettirecek bir işimin olmasını ne kadar çok istediğimi sohbet arkadaşlarım biliyor. Çevremizde, bu arzuyla yanıp tutuşan ne çok genç insanın olduğunu da biliyoruz. Ya yukarıdaki ve en tepedekiler?
Yukarıya baktım, gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı. Bir şey göremedim. Bakışlarımı yeryüzüne indirince, az ileride onları gördüm. Bulgar Yüzlü Adam, Şişman Kadın ve Kınalı Bıyık, güleç yüzleriyle beni bekliyorlardı.