Yeni Yıl kutlamaları için hazırlıklarını tamamlamanın telaşında Taksim. Öğle
sonrasının bulutsuz bu gününde güneş çekip gidecek. Ardından, eskimiş yılın “Son
Treni” ve onun son vagonu da saat tam 24’te ayrılacak istasyondan. Giden yıla,
“güle güle” bile demeden, sırf yeni yıl için bütün bu hazırlıklar! İnsanlar istiyorlar
ki yeni yıl şans, bereket, mutluluk getirsin! Kendileri, yeni yıla ne kadar iyi,
cömert, güleryüzlü davranır ve ne kadar neşeli karşılarlarsa, yeni yıl da onlara
karşılığını verecektir. Beklenen yeni yıl, hayatları tüketerek tazelenen ve geçmekte
olan yılın ta kendisidir oysa!
Döngüsel gidişiyle, birçok şeyi alıp götürür bizden: Henüz ürüne
dönüşemediğinden, hasadını kaldıramadığımız onca emeklerimizin bereketini,
umutlarımızı, sevdiklerimizi, eksilmesinden korktuğumuz ömrümüzün bir yılını
alıp götürür. Giderayak, nice musibetlerin tohumlarını atıp, hasadını da bize
devrederek, aldırmadan öylece çekip gidecek! Bilir ki, onu algılayan bir can yoksa
eğer, “Olmak… Ya da olmamak” neye yarar?
Taksim’in İstiklal Caddesi’nde, böylesine kara düşüncelerle ruhum kararmış
olarak, ışıltılı vitrinlerinin önünde yürüyor, caddeyi ve insanlarını seyrediyorum.
Az ötede, geniş vitrinleri pırıl pırıl bir bankanın önünde mendil satan bir kadın
dilenci oturuyor. Banka kapısına yakın bir yerde, kadının beş altı yaşındaki kız
çocuğu çömelmiş, sağ dirseğini dizine dayamış, elindeki mendili ileriye uzatmış
bekliyor. Yıpranmış entarisinin açıkta bıraktığı dizlerini, kırmızı renk eski bir
hırkayla örtmüş! Çocuk haliyle bakınıyor sadece. Çevreyi, önünden geçip giden
insanları, onların taşıdıkları cafcaflı çantalarını seyrediyor. İçindekileri merak
ediyor belki de! Aklına geldikçe, ya da kadın uyardıkça, öğretildiği gibi kâğıt
mendili uzatıyor telaşla. Koşuşturan insanların yüzlerinde bir yumuşaklık, onu fark
edecek gözlerde minik bir sevgi ışıltısı arıyor… Nafile! Kabul etmek lazım ki,
dilenmek için seçilen en iyi yer burası…
Bankadan uzun boylu bir adam çıkıyor, kızın avucuna on lira sıkıştırıyor ve
uzaklaşıyor. Ne parayı avucuna koyarken, ne de çekip giderken bakmıyor çocuğa.
Onun gördüğü, sadece uzanan bir çocuk eli ve açılan kirli avuçtan ibaret! On Lira
nedir ki onun için? Ama çocuk için o, olağanüstü bir şey! Onunla, dünyaları satın
alacak! Sevinçle sıçrıyor yerinden… Annesine koşuyor… Koşarken, kırmızı
hırkası düşüyor… Fark etmiyor. Parayı annesine uzatırken, o masum çocuk
yüzündeki sevinç ışıltısı, vitrinlerinkini bastırıyor. Kadın, parayı koynuna
sokarken, ona bir şeyler söylüyor. Çocuk, hırkasını alıp yine aynı yerinde eski
durumuna dönüyor.
Bir müddet sonra kadın, bir yandan çocuğa bir şeyler söylerken, üzerinde
mendillerin bulunduğu örtüyü aceleyle toplayıp hızla ayağa fırlıyor, ileriden gelen
bir şeye bakarak, ters istikamette uzaklaşmaya başlıyor. Çocuk da peşinden
koşuyor telaşla. Polis ya da zabıta memurlarından kaçtıklarını düşünüyorum.
Dönüp bakınca, kimseyi göremiyorum. Sadece gençten bir adam bankanın önünde
beliriyor; Bankanın özel koruması…
Tarlabaşı Caddesi’nde birkaç kişiyle birlikte kadın ve çocuğunun otobüse
bindiklerini görüyorum. Peşlerinden ben de biniyorum. O anda, netameli bir
belirsizliğe doğru yol aldığımın farkındayım. Yabancısı olduğum bu semtte,
macera dürtüsü galip geliyor.
Yol boyunca, dura kalka bir hayli ilerledikten sonra Aksaray durağında yolcuların
bir kısmı inse de, otobüs hala kalabalık. Caddeden sapıp, Koca Mustafa Paşa
istikametine doğru ilerliyoruz. Oldukça bakımsız bir sokağın başındaki durakta
küçük kızıyla iniyor kadın. Ben de iniyorum peşlerinden…
Kadını ve beş on metre arkadan oyalanarak yürüyen kızını izliyorum.
Tabelasından, odalarının pansiyon olarak kullanıldığı anlaşılan büyük bina ile
yanındaki bina arasında, işportacıların yayıldığı sokağa açılan başka bir sokakta
gözden kayboluyor kadın. Onu takip eden küçük kıza, oradan geçmekte olan yaşlı
ve yabancı bir kadın bir şeyler veriyorken kadın, girişin sol tarafındaki harap
binanın bodrum katına inen merdivenlere yöneliyor. Birkaç basamak inince geriye
dönüp, çocuğa bakıyor. Göremiyor. Dönüyor. Telaştan çok, kızgınlıkla haykırıyor:
-Leyla!
Leyla ortalıkta görünmüyor. Kadın tekrar haykırıyor:
-Leyla!
Kız, sokağın girişinde beliriyor… Bir elinde kırmızı hırkasını, diğerinde, önünde
topladığı ve içinde bir şeyler taşıdığı belli olan eteğinin uçlarını tutuyor. Kadın,
çocuğu azarlıyor. Kolundan tutup sarsıyor. Ağlamaya başlıyor çocuk ve
eteğindekiler yere dökülüyor. Kadın, hâlâ çemkiriyor ona. Bir yandan, yerdeki
şekerlerden birini ona uzatıyor… Almıyor çocuk! Kadın, yere dökülenleri
toplarken, bodrum merdivenlerini koşarak çıkan, ötesini berisini çekiştirip dolgun
kalçalarını titreterek, koşar adım Kadın ve kızının yanından geçip uzaklaşan
kırmızı ceketli kadının ardından kuşkuyla bakıyor. Yüzünün hatları geriliyor…
Çocuğu bırakıp hızla merdivene doğru koşuyor. Az sonra bodrumdan bağrışmalar
duyuluyor. Bir yandan bodrumdan gelen seslerin giderek yükselmesi, diğer yandan
Leyla’nın ağlaması üzerine bakışlar üzerimize çevriliyor. Yaşlı turist kadının
verdiği ve yere saçılan rengârenk şekerler, sarı saç tokası, küçük bir oyuncak ayıyı
toparlıyorum. Merdivenlerden önce kadının çığlıkları yükseliyor, sonra kadının
kendisi görünüyor. Saçı başı dağınık, ağzı yüzü dehşetle çarpılmış ve onu
kovalayan ota boy, kıvırcık saçlı esmer bir adam. Kadın bize doğru koşuyor.
Elimdeki çıkınını çocuğun eline tutuşturup, ayağa kalkıyorum. Beni Leyla’nın
yanında gören adam duraklıyor. Ne yapması gerektiğini bilemiyor. Leyla, bu sefer
çığlıklar atarak ağlamaya başlıyor… Elindekiler tekrar yere saçılıyor… Koşup
annesinin beline sarılıyor. Kadın bir yandan kızına sarılırken, adama beddualar
okuyor. Anında birkaç baş pencerelerden sokağa uzanıyor. Çamaşırlar asılı
balkonda bir kadın, olayı izlerken bir yere telefon ediyor…
Adam toparlıyor kendini… Kurnaz! Bağırarak, el kol hareketleriyle çocuğunu
koruyan bir baba edasıyla doğrudan üzerime geliyor. Neyi amaçladığını anlıyorum.
Ben de adama doğru yürüyorum ve çevreye duyuracak şekilde bağırıyorum:
-Karını, çocuğunun gözü önünde dövmeye utanmıyor musun?
Bir adım gerilesem, adamın üzerime çullanacağını biliyorum. Kadın atılıyor araya.
Ailesini koruma içgüdüsüyle, kocayı oradan uzaklaştırmak istiyor belki?! Adam,
daha da köpürüyor. Bana uzanamayacağını bildiği bildiğim bir yumruk sallıyor
havaya. Hedefsiz yumruk kadını buluyor ve onu yere deviriyor. O an tutamıyorum
kendimi…
Bir direkt çıkıyorum midesine… Böğürüyor! Bir sağ, birde sol yumruk çenesine…
Dizlerinin üzerine çöküyor. Zaferimin sarhoşluğundan, Polis arabasının siren
sesiyle uyanıyorum! Bir anda çevremizde halka olan seyircilere bakıyorum; onlar,
iki adamın dövüşünü keyifle seyrediyorlar.
-Ne oluyor burada?
İri kıyım bir adam olan Polisten geliyor bu soru. Ben Türkçe, hasmım Arapça,
seyirciler ayrı telden, ayrı dilden, ayrı havadan konuşuyoruz. Tam bir curcunaya
dönüyor sokak. İri Polis gürlüyor:
-Yeter… Susun!
Beni ve adamı polis arabasına tıkıyor. Kadına ve çocuğa göz atıyorum… Az önce,
ihanetine şahit olduğu ve kendisini döven erkeğine ağlıyor… Çocuksa, hem annesi,
hem babası ve kendisi için ağlıyor. Çaresizliğini anlamama karşın, kadına karşı
öfke duyuyorum.
Karakolda alt kata indiriliyoruz. Polis, nezarethanenin kapısını üzerimize
kilitlendikten sonra, parmaklıklar ardında hasmımla birbirimize düşmanca göz atıp
duruyoruz…
Gelen giden yok!
Çok sonra, aynı polisin getirdiği birer şişe su, birer adet lahmacun düşüyor
payımıza… Yılbaşı ziyafeti! Adama öfkeyle bağırıyorum:
-Bütün bunlar senin yüzünden.
Adam bakıyor, bir şeyler söylemek ister gibi kıvranıyor… Dayanamıyor:
-Abi sen Müslim?
Fessüfanallah! Susuyorum. Yüzünde aptalca bir gülümseme, iştahla birkaç
lokmada bitiriyor lahmacunu. Arada bir bakışları, elimdekine kayıyor.
-Abi, onu yemeyeceksin?
Sabırsız, açgöz bir çocuk saflığında soruyor. Ona karşı öfkem tükeniveriyor bir
anda. Elimdekini uzatıyorum. Önce yüzüme bakıyor ciddi miyim diye… Sonra
alıp, keyifle yiyerek bitiriyor.
-Teşekkür ederim Abi!
-Afiyet olsun!
-Sigara paketim de evde kaldı!
Benden sigara isteyecek ama utanıyor. Aldırmadan soruyorum:
-Karını kovalarken yanına almadın mı sigaranı?
Mahcup, alttan bir bakış atıyor… Sonra gözlerini benden kaçırarak, mırıldanır gibi
söyleniyor:
-Önce o saldırdı bana… Bi tana patlattım yüzüne…
– Karın sana neden saldırdı? Kırmızılı kadın yüzünden mi?
– Gördün mü onu?
Hayretle yüzüme bakıyor.
-Evet… Karın da gördü. Öyle baktı ki, o an kıyametler kopacağını anladım.
Kimdi o kadın?
-Bizim köy sınıra yakın dağlık bir yerdir. Türkçe de az çok biliriz. Bir arkadaş
Antalya’ya gidiyordu. “Sen de gel” dedi. Peşine takıldım. Lokantada iş buldum.
Lokantaya bir gün, birkaç Rus turistle o kadın geldi. O da Suriyeliymiş. Öyle bir
baktı ki… Anlarsın! O günden beri ilişkimiz devam eder. İşte böyle abim… Karımı
ve kızımı çok sonraları alabildim yanıma. Garibime dilencilikten başkaca da bir iş
kalmadı. Önceleri çok ağladı… Zorlandı ama şimdi alıştı.
-Peki, sen hiçbir iş yapmıyor musun?
Yanıt veremiyor…
-Karının kazandığı yetiyor mu bari?
-Evi o kadın buldu. Kira ödemiyoruz. Su, elektrik parası da yok! Her hafta gizlice
uğrar. Biraz harçlık verir bana…
Bunu göz kırparak söylüyor.
-Bugün de mesaideydin yani!?
-Bugün nedense erken döndüler…
-Oh ne âlâ! Emeksiz hasatla, beleş bir hayat!
Bir şey demeden susuyor ve uzunca bir zaman sonra horlamaya başlıyor…
Sabah olunca akşamki polis geliyor yine. Nezarethanenin kapısını açıyor. “Hadi
gidin” der gibi bir hali var. Yukarı çıkıyoruz. Dilenci kadın ve kızı oradalar. Çocuk
koşarak babasına sarılıyor. Polis bir tutanak sürüyor önümüze:
“Yanlış anlama yüzünden kavga etik. Şikâyetçi değiliz” diye yazıyor.
Durakladığımı görünce:
-İstersen imzalama. En az iki gün daha beklemek zorunda kalabilirsin!
Hemen imzalıyorum. Vedalaşırken kadın elimi öpmeye kalkıyor. Zor kurtarıyorum
elimi. Eski yıl, giderayak bizi nezarete tıkarken, “Yeni Yıl” ilk gününde serbest
bırakıyor… Hayra alamet!
Ama hiçbir şey umurumda değil artık… Sadece uyumak istiyorum.